4 Aralık 2011 Pazar

3 üncü Heykele doğru...


Her dönem güzel olan kadınlardır bu sektörde farkı yaratan, her yaşında her filminde farklı bir şey katarlar bu sanata. 2 Heykelcik ve 18 adaylık. 3.sü yolda, muhtemelen ''Demir Lady''ile 3. defa bu onuru yaşayacak ilk kadın olacak. The deer Hunter ve Kramer vs Kramer'den sonra her filminde kendi De Nirosu'nu da, Hofmann'ını da kendisi yarattı. Portresi Demir Lady'den sonra, bu ara sıcak.

Spielberg ve sinemanın altın çağı....




Uzun zamandır blogda genel sinema tarihi hakkında yazı yazmak istiyordum. Geçen hafta Steven Spielberg’in NY Times’a verdiği röportaj gazetelere yansıdı. Ne dedi üstad ‘’ Son 20 yıla ait filmleri seyretmiyorum, Bence sinemanın altın çağı 50-60 lı yıllardı’’. Gerçekten öyle mi ?? Bakalım….
Hep altını çiziyorum, savaşlar sonrası kendine gelen ve şekillenmeye başlayan çift kutuplu dünyada, travmaların atlatılması, kapital birikmesi ve insanoğlunun kendini güvende hissederek üretmeye başlaması, beyninde yeni yaşam alanları ve algılamalar yaratması 50 li yıllarla başlar. Bu sebeple bugün sinemadan fotoğrafa, popüler kültürden sanatın tüm dallarına, yaratılmış ikonlar 50 ve 60 lı yıllarda ortaya çıkmıştır.
Kişisel olarak sinemayla ilgili altın çağın 70 li yıllar olduğunu hep düşünmüşümdür, 80 lerden itibaren yükselen hızlı tüketimden sinema da payını aldı ve sektörel deformasyon başladı. 70 li yılların altın çağ olmasında bir çok etken vardır ve bunları birbirinden ayıramayız veya sıralayamayız. Öncelikle 60 ların sonunda başlayarak tüm dünyaya yayılan özgürlük isteği, sosyalizmin yükselişi, tüm dünyadaki kominist ve casus avı, Vietnam gibi sosyal olaylar yapımcılara ilham ve yeni fikirler verirken, teknik olarak 50 ve 60 larla başlayan sinema devriminin olgunlaşması, çok büyük şans ama sinema tarihini domine eden yönetmen ve oyuncuların bir çoğunun 70 lerde boy göstermeye başlamaları, sinemaya altın çağını yaşatmıştır.
Daha genel bir gözlemle; 50 ler 60 lar 70ler hatta 80lerin ortalarına kadar bir film vizyona girdiği zaman, onun bir başyapıt olup olmaması uzun yıllar içinde belirleniyordu. Bugün filmler daha yapım aşamasındayken, film eleştirmenlerinden, bloglardan, sinema dergilerinden gelen eleştiriler, yorumlar ve yönlendirmelerle insanların kafasında önyargılar oluşuyor ve orta vadede yapılan işin büyüsü bozuluyor. Bugün bir filmin veya albümün pazarlaması işin içeriğinin önüne geçiyor ve çoğu zaman olumsuz yönde etkiliyor ve birçok başyapıt veya devrim sayılacak eser gerçek değerini bulamadan unutuluyor.
Madem üstad 50 ve 60 lar altın çağ diyor, üzerine söyleyebilecek ne sözümüz olabilir ki?? Biz de o yıllardaki kişisel en iyi 10 listemizi yapalım.

1 Vertigo (1958)




Listedeki her film bir ikon veya başyapıt olduğundan uzun uzun yazmaya gerek yok. Vertigo Hitchcock haftasonlarının olmazsa olmazıdır. İlk gişesi çok başarısız olmasına ve yapımcısının zarar etmesine rağmen ilerleyen yıllarda, özellikle New York’un bohem kesiminin filme olan büyük ilgisiyle yeniden keşfedildi. 1989 Yılında ABD Ulusal Film Arşivinde saklanmasına karar verilmiştir. Özellikle Kim Novak’ın performansı halen tüm zamanların en iyisi olarak gösterilir. Müzede Kim Novak’ın resime bakma sahnesi bana göre, bugün Cohenlerin kendi karakterleriyle mükemmele yakın uyguladıkları, repliksiz büyülemenin başlangıcıdır. Filmin afişi yukarda dikkatli bakın, unutmayın yıl 1958…

2 2001 A Space Odyssey


Stanley Kubric'den varoluş, Darwinizm, köken ve hakikat üzerine kaotik bir başyapıt.
İnsanoğlunun Antik Yunan'dan, Mısır'dan, İnsiye okullarından itibaren peşinden koştuğu gerçek... size herşeyden yakınmıdır(içinizde)? yoksa onu bulmak için uzayda milyonlarca ışık yılı gitmek gerekir mi?? Bugün N.Bilge Ceylan'ın görselliğe dayanan ve soluksuz izlenen sahnelerini, Space Odyssey'den etkilenerek çektiğini düşünürüm. Kubrick filmlerinin ortak özelliğidir, bir defa seyrettiğiniz zaman kesinlikle bir şey anlamazsınız (Shinning, Clock Work Orange, Full Metal Jacket, Eyes Wide Shot, Lolita) Space Odyssey'de aynı, acı çekeceksiniz seyrederken ama aklınız o kadar çok bilinmeyen takılacak ki, düşünmeye başlayacaksınız, bir daha bir daha seyredeceksiniz ve her seferinde hakikat hakkında daha çok düşünmeye başlayacaksınız...

3. The Graduate (1967)


Hangi genç erkek kendinden büyük bir kadınla cinsel ilişkiye girme fantazisi kurmamıştır ki?? Babasının ortağının eşiyle ilişkiye giren Ben Braddock, kadının kızına aşık olunca tüm hayatı içinden çıkamayacağı bir girdaba doğru sürüklenir. Filmin bir diğer özelliği, NY 'da garsonluk ve tiyatrolarda oyunculuk yapan Dustin Hoffman'ın meşhur olduğu filmdir. Rol ilk olarak Gene Hackman'a teklif edilir, o sırada Bonnie and Clyde filmi için teklif alan Hackman ev arkadaşı Hoffman'ı önerir.

4. Psycho 1960


Çocukluğumuzdan itibaren hepimizin belleklerinde yereden sahnelerin filmlerinin (13. cuma, scream, ı know what did u do last summer...) atasıdır. Her korku filmi psycho dan etkilenmiştir, her yönetmen kendini bir sahnsine koymuştur.




Duş sahnesi sinema tarihinin en korkunç sahnesidir, Hitchcock gibi takıntılı bir mükemmeliyetçi bu sahneyi tam 9 günde çekmiştir. Hangi korku filmi seyredilirse seyredilsin bu sahne akla gelmeden bir filme başladığınız oldu mu??

King and I (1956)


Bugün Jennifar Aniston, Sarah Jessica Parker, Meg Ryan.. gibi yıldızların oynadığı ve sizi 2 saatliğine dünyadan ayıran sonra filmle alakalı birşey hatırlamadığınız Romantik Komedi filmlerininmiladıdır Kral ve Ben. Tabi ki her sahnesi her anı bugün hala hatırlnamakta ve unutulmazlar arasındadır. Peri masalı gibi bir mürebbiye hikayesi, filmle söyleyecek çok şey yok ancak, Atatürk'ü kim oynamalı tartışmalarını her duyduğumda tartışmasız ilk aklıma gelen ilk isimdir Yul Brynner, ama artık çok geç...

Rosemary's Baby (1969)



Roman Polanski'nin Nostaljik New York'da çektiği, fantastik gerilim. Genelde bu tür için bugün saçma sapan efektler, animasyonlar kullanılırken, şeytanın çocuğunu doğurması için hazırlanmış bir oyunun ortasında olan genç kadının hikayesi, hiç abartısız, gösterişsiz ve normal bir hikaye olarak basit bir şekilde anlatılmıştır. Mia Farrow^'un güzelliği ve muhteşem performansı, içgüdüsel sezgileri ona bu rol için inanılmaz bir doğal hava veriyor ve tabi Romanski dehasını da unutmamak gerekir. Filmde şeytanın çocuğunun doğması; Bohem NY'dan, hızlı bir şekilde günahkar NY'a ve oradan bütün dünyya yayılan kibir, sosyal yozlaşma ve yeni günahları sembolize ediyor.

Bonnie and Clyde (1967)


Bence sinema tarihinin en fazla ekmek yenmiş filmi. Bugüne kadar sayısız kere, dizisi filmi, klibi çekilmiş film. Western tipi banka soygunundan, günümüz saygunlarına geçiştir. Bence sinema tarihindeki bir diğer önemiise günaha kadının ortak olmasıdır. Çekildiği her dönemde isyanın, sembolü olmuştur.

An American in Paris (1951)


Müzikal ve Paris'in muhteşem görüntüsü, o gün için muhteşem dans showları,savaş sonrası belkide Paris'in sanatın merkezi haline gelmesini sağlayan film bugün Dünya'nın en iyi Müzikali olarak kabul edilmektedir.

12 Angry Man (1957)


Suçlu, suçlu değil, ortada olan cinayet üzerine mahkemede 12 adamın juriliğinde hukuka, kendi geçmişlerinie, bilinçaltlarına, çocukluklarına giden piskolojik gerilim. Bir suçun niteliği nedir?? ''Suç ve Ceza'' da Dosteyevski'nin bir anda okuyucuyu darmadağan etmesi, düşündürmesi ne etki yapıyorsa, film de kesinlikle adalet ve suç üzerine aynı etkiyi bırakıyor.


Lawrence of Arabia (1962)


Biz Türkler olarak hoşumuza gitmese de Albay Lawrence'ın hikayesi beyaz perdenin en saygın yapıtlaından biri. Hikayeyi hepimiz biliyoruz. Nokta.

30 Kasım 2011 Çarşamba

First Lady mi dediniz ??




Dünya tarihinde, ondan başka hiçbir kadın önce ABD First Ladysi, ardından da Dünya'nın en zengin adamının eşi olmadı. Bunlardan herhangi bir tanesinin 10 da 1'i bile birçok kadının rüyalarını süslerken o ikisine de sahip oldu. Böyle bir güce, hayata sahip bir kadının da, yaşadığı acıları çekmesi ve hayatı boyunca huzuru bulamaması ise sadece ironi olarak nitelendirilebilir bence.

Hakkında birçok bilinmeyenle birlikte 1994 yılında bu dünyadan göçtü. Tarihe geçen, saygı duyulan büyük kadınların ortak özelliğidir, sırlarını mezara götürmeleri, o da öyle yaptı. Ne yaşadıklarını, ne JFK'yi, ne gördüklerini asla anlatmadı, yaşadığı hayata önce kendisi saygı duydu. Her ne kadar geçen Eylül ayında, 1964 yılında Tarihçi Arthur Schlesinger'e verdiği röportaj dokuz adet tape olarak ABC'de yayınlansa da, anlattıkları çok yüzeysel ve saygınlığına zarar vermeyecek gündelik şeyler.

Hakkında, Beyaz Saray'da yaşadıkları, Onnasis ile JFK yaşarken ilişkisi başlamışmıydı, Suikast günü giydiği ve üzerinde Kennedy'nin kanı olan pembe kıyafetin akıbeti gibi onlarca bilinmeyen ve gizem varken ben en çok Suikast anında ne hissettiğini merak ederim. İlk kurşun JFK'nin ensesinden giriyor, göğsünden çıkıyor, ellerini göğsüne doğru getiriyor, o an Jackline ona dönüyor ve muhtemelen vurulduğunu anlıyor. İkinci ve öldürücü kurşunun kafasına isabet etmesiyle o an arasında 4 saniye var, işte o 4 saniye tüm hayatı boyunca onunlaydı, belki o an onu aşağıya çekebilirdi, belki kendini sipher edebilirdi, veya ayağa kalkarak dikkat dağıtabilirdi, eminim hayatının geri kalanında bunun muhasebesini yapmıştır, her gün o 4 saniyeyi tekrar tekrar yaşamıştır. İşte böyle bir 4 saniyeyle yaşadığınız zaman muhtemelen, gücü de, parayı da, etraftakileri de çok fazla umursamıyorsunuz.

Resim bence Jackline'nin en güzel resmi, fiziksel olarak değil, onu en iyi anlatan resim olduğu için. Tüm yaşadıklarından sonra kendi gibi kalabildiği ve resimdeki doğal haliyle, hayat tarzıyla bir ikon haline geldiği için, onu en iyi anlatan resim.
Resim tüm ünlülerin belalısı meşhur paparazzi Ron Galella tarafından, New York Madison Avenue'da 1971 de çekiliyor. Galella'nın en önemli işi olmasının yanında, eski First Lady'nin Amerikan toplumu tarafından tekrar hatırlanmasını ve göz önünde olmasını sağlamıştır. Öyle ki gene aynı yıl içinde Onnasis'in özel adası Skorpios'da, yoga yaparken çekilen çıplak resimleri bile bu resmin etkisini yapamamıştır.

25 Kasım 2011 Cuma

Konuşma daha iyi...




Plaza Hotel NYC 1989, 90 lı yılların ikonu haline gelmiş 3 model, Linda Evangelista, Christy Turlington ve Naomi Campbell... o günlerin popüler yaşam tarzı, meslekleri ve magazin ile alakalı çok şey anlatıyorlar...

Sir Winston Churchill




Conventry yazısını yazarken, Churcill hakkında nette gezinirken yukardaki fotoğrafa rastladım. Siyaset tarihinin en inatçı, en kurt, en zor Politikacılarından biri. Hayatını, özel yaşamını, dehasını bir kenara bırakın. Kariyerinin ilk yıllarında Bahriye Nazırlığından sonra dibe vuruyor ve 40 yaşında fırçayı eline alıyor. Hayatının geri kalan 40 yılında ise bırakmıyor.

Resimde, politik resimlerindeki kibirinden eser yok, zaman durmuş, mutlaka kafasının içinde sadece o an ve resim var.

İnsanın en büyük ihtiyacı; ''Paralel kariyer'' içindeki insanı, çocuğu, sevgiyi bulmak için...

Kapanmayan Yara; Sarayova




3 Ekim 1992 tarihi modern Avrupa'nın ortasında yaşanan en büyük dramın başladığı gündür. 400 yıldır bitmeyen kan davasının hesabı kesilecek ve 1200 gün boyunca tüm dünyanın seyirci kalacağı katliam başlayacak.

Srebrenica, Kosova, Saraybosna'da insanlar göç ettirilecek, stadyumlarda ölülere yer kalmayacak, toplu mezarlar birbiri ardına kazılmaya başlayacak.

Bu etnik temizliğin tüm detayları bugün hala hafızalarımızda. Bu travmanın üzerinden henüz 20 yıl geçmişken, bu acılar nasıl unutulur, hayat nasıl devam eder, hep merak etmişimdir.

1984 Kış Olimpiyatları Saraybosna'da yapıldı ve tüm dünyanın gözleri 2 hafta boyunca bu güzel şehirdeydi. Oyunlar sırasında yabancı basın, hakemler, delegeler, hepsi merkez olarak Holliday Inn otelini kullandı.

Yukardaki resim 1986 yılında Tom Stodddart tarafından Holiday Inn'den çekilmiş. Eski Yugoslavya'nın sembollerinden biri olan Saraybosna İkizleri. İkiz binalara biri Sırp diğeri Bosnak ismi olan Momo ve Uzeir, halkların kardeşliğini ve beraber yaşamı simgelemek için hangisinin Momo hangisinin Uzeir olduğu hiçbir zaman belirtilmemiş.

Fakat ne acı ki; bu resimden 6 sene sonra bu kardeşlikten eser kalmadı. Holliday Inn de, İkizlerde bombardımanlar sonucunda harabe haline geldi. Fotografçı Tom Stoddart ise bu savaş sırasında görev yaparken yaralandı ama Yugoslavya aşkından hiçbir zaman vazgeçmedi. Bugün gördüğünüz birçok savaş ve savaş sonrası Yugoslavya resmi ona ait.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Fisher King




Fisher King ormanda dolaşırken yaralanan çocuk kral miti. Mite göre yaralanma şöyle gerçekleşmiştir. Daha ergenlik çağına erişmeden, Fisher King ormanda dolaşırken bir kamp yerine varır. Kamp yerinde hiç himse yoktur, ama bir kenarda yanan ateşin üstünde, şişe geçirilmiş bir salmon balığı kızarmaktadır. Çocuk kral, yaşının gereği bir saflıkla, balıktan bir parça koparıp yemek ister. Çünkü çok acıkmıştır. Ama parmakları fena halde yanar. Balığı yere düşürür ve duyduğu acıyı azaltmak umuduyla parmaklarını ağzına sokar. Parmaklarına bulaşan salmon balığı tadını alır. Ne var ki, çok kötü yaralanmıştır. O günden sonra çocuğa, bir balık tarafından yaralandığı için, Fisher King adı takılır. Mitin simgesel anlamı erkeğin ruhsal yaralarının çoğunun birey oluş sürecine, zamanından önce dokunmasından kaynaklanır. Erkek aynı zamanda hem yaralanmış hemde mutluluğun tadını almıştır.
Her birimiz birer Fisher King olduğumuzdan, birbirimize yabancılaşmamız günümüzün en ilginç roman konusu haline gelmiştir. Uzaklara gitmeye ne gerek var? bir sokak boyunca yürüyün ve insanların yüzlerine bakın. Hepsinde Fisher King izleri göreceksiniz. Hepimiz yaralıyız ve yaralı olduğumuz yüzlerimizden belli.

"Robert Johnson"



http://happybluemondays.blogspot.com/ da 12.11.2011 tarihinde yayınlanmıştır

Dünyayı Değiştiren Anlar V; Conventry





İkinci Dünya Savaşı, hala açığa çıkmamış sırlarıyla, bilinmeyen yönleriyle, cevaplanamayan sorularıyla bütün gizemini ve popülerliğini koruyor. Her çephe, bombalanan her şehir, her muharebe kendi içinde hikayeler barındırıyor ve bu dramlar bazı milletlerin varoluş sebebi, bazılarını birarada tutan ruh olarak tarihteki yerini alıyor. Son yıllarda tarihçilerin, komplo teorisyenlerinin, koleksiyoncularıni belgeselcilerin özel ilgileriyle yaşanan bu büyük dram sosyal bir vintage olmaya başladı. Her gün 2. Dünya Savaşının yaşandığı şehirlerle, bombardımanlarla ve savaş stratejileriyle ilgli yeni bir haber veya iddea yayınlanıyor.

İngilizler, Almanların Enigma marka elektro mekanik aygıt ile gizli mesajlarını şifreleyip tekrar çözdüğü Lorenz şifre sistemini çözmek için dünyanın en iyi matematikçilerini, bilim adamlarını bir araya getiriyorlar. Polonyalı ünlü matematikçiler Rejewski ve Zygalski ile İngiliz vatandaşı Alfred Knox, Wilfred Dunderdale ve özellikle Alan Turing tarafından mükemmelleştirilen Ultra şifre çözme sistemi Almanların Enigma kodlarını çözmeye başlıyor.

Tarih 14 Kasım 1940, Ultra sistemiyle İngilizler Almanların, İngiliz silah endüstrisinin can damarı olan Conventry'e saldıracaklarının şifresini çözüyorlar. Fakat Winston Churchill Ultra Sisteminin güvenliği ve şifreleri çözdüklerinin anlaşılmaması için, Ultra sistemini korumak amacıyla saldırıya müdahele etmiyor ve halkı Conventry'i boşaltması için uyarmıyor.

Almanlar 14 Kasım akşamı 500 uçakla tarihin en büyük bombardımanlarından birisini gerçekleştiriyor ve şehrin %75 ini yerle bir ediyorlar.

Savaş onca hızıyla devam ediyor Conventry Nisan 1941 de bir kez daha bombalanıyor, her iki saldırıda da yüzlerce sivil hayatını kaybediyor, İngiliz sanayisinin %50 sinden fazlası yok oluyor. Bunun karşılığında çözülen şifrelerle Fransa'da, Rusya'da, Belçika'da Almanlar ağır kayıplar vermeye başlıyorlar, Hitler'in en yakınlarına verdiği mesajlar bile şifreleniyor, Hitler şifrelerinin çözüldüğünü anladığında ise artık Almanlar için çok geç oluyor.Birçok tarihçinin bugün net bir şekilde ifadeleriyle savaş Almanların alehine hızlı bir şekilde ilerliyor ve bir yıl erken bitiyor.

Tarihin ilk kuralıdır, olayları o tarih içerisinde değerlendirmek, bizim gibi eğitimsiz toplumlarda, 1920lerin, 30ların olaylarını bugünkü AB normları üzerinden tartışırsan, o günün aktörlerini bugünkü koşullardan değerlendirirsen, yarın millet olarak ortak bir tarih bulamazsın. İngilizler Sir Winston Churcill'i büyük devlet adamı ve siyasi deha olarak tarihe yazdı. Bugün Sosyalist Parti veya Liberaller Parlementoda çıkıp Conventry araştırılsın diye soru önergesi vermiyor. Ogün itibariyle risk alan ve aldığı bu riskin Almanların sonu olacağını dört sene öncesinden gören delet adamlarını Büyük olarak niteliyorlar ve hesabı tarihe bırakıyorlar.

17 Kasım 2011 Perşembe

Terzi Fikri




Bir zamanlar tüm duvarlarda "Güneş Fatsa'dan doğacak" yazarmış...

Fikri Sönmez, namı diğer Terzi Fikri 1979 yılında tüm engellemelere rağmen Fatsa ilçesi bağımsız belediye başkan adayı olur ve seçimi kazanır (CHP'nin 1150, AP'nin 850 oyuna karşı 3096 oyla). Seçildikten sonra halk komiteleri oluşturur. İki ayda bir yapılan halk toplantıları ile de halkın belediye yönetimine katkıda bulunmasına çalışılır. Bu komitelerin üyeleri toplantılarda belediye çalışmalarını denetler, görüş ve fikirlerini rahatça söylerlerdi.
Komiteler sadece belediye ile sınırlı kalmayıp ; kumar, içki, evde şiddet gören kadınlar gibi toplumsal konularla da ilgilenirlerdi. Terzi Fikri belediyecilik demokrasinin bir sonucu değildir, demokrasi belediyelerde başlar fikri ile insanlara sahip çıktı. İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de yağı, tüpü, şekeri, unu karaborsadan satıp, birileri zenginliğine zenginlik satarken, Fatsa'da her şey vardı. Çünkü Terzi Fikri ve O'nun ideali paraya değil, insana değer veriyordu. O yüzden izin vermediler, karaborsacıya, faizciye. Bütün bu faliyetlerin ardından Fatsa Halk Şenliği düzenlenir, insanlar gönlünce eğlenirdi 12 Eylül faşizminin adım adım geldiği günlerde. İlçe kısa bir süre içinde Sosyalist Solun simgesi olurken sağcı basının ve politikacıların hedefi haline geldi.
11 Temmuz 1980'de ilçeye bir nokta operasyonu düzenlenir. Aynı gün gözaltına alınan Terzi fikri kaburgaları kırılana kadar işkenceden geçirilir. 4 Mayıs 1985 günü ise bir kalp krizi sonucu hapiste yaşamını yitirir. Böylece Türkiye çok benzerlik taşımada kısa bir dönem Paris Komünü benzeri Sosyalist Yerel Yönetim deneyimi yaşamıştır.
Kendisine vatan haini diyenlere şöyle yanıt vermiş Terzi Fikri "beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. Vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi, yirmibeş seneden bu yana her yerde söyledim. Bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım. Eğer bir ülkede vatan, İsviçre bankalarında gizli hesap defterleri ve Amerikan doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi ellerinde bulunduruyorlarsa vatan için darağaçlarını omuzlayanları elbette vatan haini ilan edeceklerdir."

Onu aşağılamak için kullandıkları Terzi sıfatını inadına taşımış, hiç yüksünmeden, gurur duyarak. Demiş ki "ben otuz yıla yakın geçimimi terzilik mesleğimle sağlamaktayım. Bana terzi olarak hitap edilmesi beni küçültmez, aksine yüceltir."

Son söz Can Baba'nın olsun artık..

"Her seçim döneminde
Göğünü yitirmiş bir ay gibi
Karadenize düşerim
Ilık bir düş vaktine dönüşür Fatsa
Gözlerimin tuzu Karadenize
Karadeniz gözlerime dolar
Agzım dilim dudaklarım arar
Ben Fikri yi ararım..."




http://happybluemondays.blogspot.com/ dan alıntıdır.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Bölünmüyorsak bir sebebi var....





Ağıt da, gözyaşı da, zılgıt da bu toprakların yazgısıdır. Bu toprakların öksüz ritüelidir öğlen tabut taşıyan omuzların, akşam askeri taşıyarak uğurlaması.

Cehaletin, yoksulluğun, seviye farkının, nefretin hepsinin bir anda bittiği, lirik zaman dilimleri sadece bu topraklara özgüdür.

Bugün yozlaşma almış başını yürümüş, sosyal adalet sistemi çökmüşken, evine fazladan götüreceği 5 Lira bile değerliyken, arabasının arkasına bunu yazarak, gereğini yapan ve ‘’neden’’ diye sorulduğunda ‘’Vatan Sevgisi’’ diyen gururlu insanlar bu topraklarda yaşıyorsa,

Gezegen üzerinde bu toprakları bölebilecek bir güç varolamaz….

7 Ekim 2011 Cuma

Dünyayı değiştiren anlar IV; Munich




Dünyayı değiştiren anlar serisini yazarken, yaşandığı anda tarihin akışının değişeceğinin farkında olmadığımız olayları seçiyorum. Bunun dışında 2. Dünya Savaşı, Duvarın yıkılması, Ayda ilk adım gibi olaylar zaten çok net bir biçimde, o an bile tarihin değiştiğini ve bizim ona tanıklık ettiğimizi anlatıyor.
Mesela 9.11 ‘in dünyayı bu kadar değiştireceğini ve bu coğrafyada yaşayan biz Türklerin hayatlarının bu kadar etkileyeceğini o uçaklar Dünya Ticaret Merkezine vurduğu anda bilebilir miydik??
İşte bu olay da yaşandığı sırada, etkisinin yıllar boyu sürecek ve tüm dünyayı değiştirecek bir olay olduğunun farkında değildi. İlk başta sadece bir terör eylemi gibi algılanan olayın, beklide 9.11 ile sonlanacak bir oyunun ilk sahnesi olduğunu kimse bilmiyordu.
Tarih 5 Eylül 1972, 1967 yılındaki 6 gün savaşlarının üzerinden 5 yıl geçmiş ve İsrail Orta Doğu’da Filistin’i tamamen kuşatmış durumda. FKÖ ‘nün bir çok üyesi hapishanelerde ve Soğuk Savaş’ın içinde Ortadoğu tamamen bir cadı kazanı. Filistinli Kara Eylül Örgütüne bağlı 6 terörist Münih Olimpiyat Köyü’ne giriyorlar ve İsrail kafilesinin kaldığı kampta 12 İsrailli Sporcuyu ve Yöneticiyi esir alıyorlar ve 2 tanesini o anda öldürüyorlar. Pazarlıklar başlıyor, Almanya pazarlıklara hiç karışmıyor, tüm Pazarlıklar İsrail’den gelen Mossad yetkilileri tarafından yapılıyor. Teröristler İsrail Hapishanelerinde tutuklu bulunan 234 Filistin Örgüt Üyesinin serbest bırakılmasını istiyorlar. Pazarlıklar devam ederken, Münih’den ayrılarak Mısır’a gitmeyi talep ediyorlar, Askeri havaalanına helikopterlerle getirilen terörist ve rehineler, Alana iniyorlar. Kendileri için hazırlanmış içi boş olan uçağa 2 terörist bakmak için gidiyor, uçağın tamamen boş olduğunu gören teröristler diğer teröristlerin ve rehinelerin bulunduğu helikopterlere koşmaya başlıyorlar, işte tam bu sırada pistim tüm ışıkları yanıyor ve operasyon başlıyor. Alman nişancılar teröristlere ateş açıyorlar, tuzağa düştüklerini anlayan teröristler, helikopterin birini havaya uçuruyor, diğerindeki tüm İsraillileri tarıyorlar, 5 terörist ve tüm İsrailliler ölüyor, diğer 3 terörist ise canlı olarak ele geçiriliyor.
2. Dünya Savaşından sonra değişen Dünya içerisinde, 1967 yılındaki 6 gün savaşları ilk büyük çatışmadır ve Filistin ile birlikte Arap Ülkelerinin İsrail’e cihad ilan etmeleri bu savaşlarla başlamıştır. 1972’de Münih’de terör Dünyaya şu mesajı vermiştir; ‘’artık her yerdeyim’’
Soğuk Savaşın beklide temelini hazırladığı bir ortam ile terör gün geçtikçe artacak, uçak kaçırmalar, intihar saldırıları, dünyayı dehşet altına alacaktır. Dünyanın dört bir köşesinde terörist yetiştiren kamplar kurulacak ve buralardan yetişen teröristler, tüm dünyaya ölüm saçacaktır. Amerika tavrını net bir şekilde İsrail’den yana koyduktan sonra da Dünya’nın her yerindeki Amerikan Üstleri, Elçilikleri ve vatandaşları hedef haline gelecektir. Terörün ulaştığı en son nokta ise 9.11 olacaktır. Milyonlarca masum insanın hayatı değişecek, devletler bununla mücadele etmek için milyarlarca dolar para harcayacak ve belki de Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan bu büyük tehlike şu an bile devam eden gizli bir dünya savaşını başlatacaktır. Münih sadece basit bir terör eyleminin ötesinde, dünyada yaşam biçimini, güvenlik algısını ve özgürlükleri değiştiren bir trajedidir.
Olayın hazırlanışı, teröristlerin köye girişleri silah buluşları, kurtarma operasyonu ile ilgili şüpheler hiçbir zaman bitmedi. Komple teorisyenleri 2022 de açıklanacak olan gerçeklerle ilgili senaryoları hala üretiyorlar. Mossad pazarlıklar sırasında var mıydı yok muydu?? Operasyonda neden terör ekipleri yerine sıradan sokak devriye polisleri kullanıldı?? Terörist sayısı saptandığı halde neden nişancılara bildirilmedi?? Havaalanına inen helikopterler neden yanlış yere indi ve pilotlara ne oldu?? Hepsi hala cevap aranan sorular.
2005 yılı yapımı olan Spielberg’in Münih filimi gerçek hayattan kurgudur ancak terör uzmanları, İsrail timleri tarafından öldürülen Filistinlilerin Munih saldırısını organize eden kişiler olmadığını esas sorumlularının Lübnan, Mısır gibi ülkelerde korumalar ile yaşadıklarını idda ederler. Saldırının organizasyonunu yapan ve İsrail tarafından 70 li ve 80 li yıllarda tüm dünyada aranan, Abu Daoud’un ise 1996 yılında İsrail’in bilgisi dahilinde, İsrail’e gelerek işgal altındaki Filistin topraklarına gitmesi ve tekrar geri çıkması ise komplo teorisyenlerini düşündüren bir başka olaydır.
Münih filminin son sahnesinde ise, ölüm timinin başındaki , Filistin Örgütü’nün ölüm listesinde bulunan Mossad ajanı Avner Amerikaya yerleşir ve kendisini takip eden Mossad ajanları ile bir görüşme yapar, film ikiz kulelerin nostaljik görüntüsüyle biter. Verilmek istenen mesaj ise çok açıktır.

30 Eylül 2011 Cuma

Eylülde gel...




Aslında bu yazının daha değişik bir versiyonunu temmuz ayında yazmayı düşünmüştüm ama bir türlü fırsatını bulup yazamadım. Bu sabah Eylül'ün son günü erken kalkıp havayı görünce aklıma ilk olarak o geldi. Bugün kollarını açmış, altında huzur bulan insanlara bir baba gibi davranan eski dost ne düşünüyordur eylülün son gününde. Gidenleri özlüyormudur?? Geri dönenleri ayırt edebiliyormudur?? 18 Mart da, 6-7 Eylül de, mübadele de çok uzakta kaldı artık, bugün demokrasi, özgürlük kavramlarını duyunca gülüyormudur?? Adanın ara sokakları ona hala birşey ifade ediyor mudur?? Sakızlı muhallebinin tadı hala aynı mıdır?? Veya hiç biri umrunda değilmidir??

Tekrar altında oturup kitap okumama daha ne kadar var ben de bilmiyorum ama, ne zaman yanında olsam hep aynı şeyi hissediyorum. Sanki bana eğilip ''Geleceksen Eylülde gel'' diyor. Benim ise hayatımdan bir eylül daha geçiyor....

Dali Atomicus


Popüler Kültür İkonları ve vintage ile kafayı bozmuş biri olarak filmi başa sardığımda, kendimi 50 ve 60lı yıllarda buluyorum. Sanayi devrimi tamamlanmış, sınırlar ayrılmış ve insanoğlu 2 dünya savaşı ile çektiği acıları, travmaları bilinçaltına iterek kabuk değiştirmeye, üretmeye ve yepyeni bir yaşam tarzı yaratmaya başlamıştır. Bugün Popüler Kültürün ikonu haline gelmiş bir çok kişi, kurum veya sembol de işte bu yıllarda ortaya çıkmıştır.

Geniş anlamda Popüler Kültür, kitle kültürü içerisinde, ticari amaçların gerçekleşmesiyle ilgili olarak üretilen, popülerleştirilen ve dinamik bir görünüm verilen bir kültürdür. Bugünün rekabetçi serbest piyasa şartlarında, günlük yaşamımızın içinde kullandığımız, gördüğümüz, seyrettiğimiz her şey, popüler kültürün bir parçasıdır. Dünya üzerinde bugünden 50 – 60 yıl önceye gittiğimizde de insanoğlunun günlük kültürel alışkanlıkları vardı fakat muhafazakar ve içe dönük yaşanan hayatlar, iletişim zorluğu, çekilen acılar bu dışavurumu bastırıyordu. İşte tam bu yıllarda ortaya çıkan ve insanlara para kazanma, din, zorunlu sosyal statü gibi kavramların yanında analitik düşünme, yeni boyutları fark etme, özgür birey olmak gibi referanslar ekleyen değişim, bize bugünkü popüler kültürün ilk kahramanlarını vermiştir.

Yukarıdaki resim de tam bu kahramanlardan birisine aittir. Phillipe Halsman; 2. Dünya savaşı sırasında Nazi zulmünden Amerika’ya kaçan Yahudi kökenli bir Rus Fotoğrafçı. Kendi buluşu olan Jumpology tekniği ile insanların zıpladıkları sırada resmini çekiyordu ve manifestosunda; ‘’ Protonlar ile nötronların itme gücü sayesinde her şeyin bir "asılı kalma" durumu vardır. Poz vermek yerine kişiler fotoğraf çekildiği sırada zıplarlar ve havada dengesiz yakalanırlar, işte o an bütün maskeler düşer ve kişiliklerinin özellikleri ortaya çıkar’’ der.

Resimdeki foto ise 1948 yılında NY’daki stüdyosunda çekilmiştir. Fotoğrafta bir başka Popüler Kültür ilahı Salvador Dali henüz tamamlamadığı ünlü tablosu Leda Atomica’nın önünde zıplamıştır. Halsman’nın asistanları kedileri havaya atmış su dökmüş ve sandalyeyi sabit bir şekilde yukarıda tutmuşlardır. Bu pozu yakalamak için ekip 28 deneme yapmıştır. Resimde 3 kademeden oluşan Jumpology tekniği net bir lekilde görüşmektedir. Cisimlerin asılı kalması sıra dışı teknik kuralını, kedileri havaya atarak ıslatmak sıra dışı özellik ekleme özelliğini ve yerçekiminden vazgeçme ise sabit bir özelliği dışarıda bırakmayı göstermekte ve böylece üçleme tamamlanarak teknik uygulamaktadır.

Fotoğrafın tekniği ile alakalı olarak detayda bir çok eleştiri yapılabilir fakat bütün değişkenleri dışarıda bırakın ve resime dikkatli bakın. Yıl 1948 Dünya Savaştan yeni çıkmış ve tarihin en büyük travması yaşanıyor, ilham alınacak veya etkilenilecek tek bir kaynak yok, Guarnica veya Helenizm gibi bir sebep sonuç ilişkisi yok, tek motivasyonları kendi dehaları, 2 adam 65 sene önce bir stüdyoya giriyorlar, saatlerce çalışıyorlar ve bu fotoğraf ortaya çıkıyor. Eminim o günün şartlarında çok büyük eleştiriler almışlardır, bugüne bile fazla olan bu fotoğrafı beğenmiyebilirsiniz ama herkes kabul etmeledir ki, 1948 yılından bakıldığında bu fotoğraf değişimin habercisidir ve hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Arşive bakma, üzülürsün...




Oscar'ın gittikçe politik, duruşu olmayan ve saygınlığını her geçen gün kaybeden bir kurum haline geldiği artık tüm dünyaca kabul edilmiş durumda.

Tören sırasında prodüksiyonlardan, oyuncu performanslarından çok, kim hangi designer'dan giyindi?? Kim kiminle geldi? Ne taktı? gibi magazin malzemeleri konuşulmakta.

Geçen gün imdb de dolaşırken Oscar'ın bence son saygın yılları olan 90 lara bakarken, 1979 yılının Oscar Erkek Oyuncu Adayları gözüme çarptı. Liste aşağıda, bence baktıktan sonra çok fazla konuşmaya, kıyaslamaya gerek yok...

Jack Leman, The China Syndrome
Al Pacino, ...And Justice for all
Roy Scheider, All that Jazz
Peter Sellers, Being there
Dustin Hoffman, Kramer vs Kramer

Juri olmak nasıl birşeydir acaba böyle bir durumda?? Her biri bir usta fenomen olmuş 5 adam içerisinden birisini seçmek. Ödülü o yılların genç yeteneği Dustin Hoffman kazanıyor.

1962 Yılında NY'a gelip Gene hackmanla bir ev tutuyor, garsonluk yapıyor, ucuz tiyatrolarda çalışıyor olmuyor tam vazgeçeceği sırada, ''The Graduate'' filmi için düşünülen Robert Redford olmayınca, Mark Nichols Hoffman'a gidiyor ve 1967 yılında tam vazgeçeceği sırada, 30 yaşında bu dünyanın kapıları ona açılıyor. Kramer vs Kramer ise onu ve bir başka efsane Meryl Streep'i tartışılmaz yapan başyapıt.

6 Eylül 2011 Salı

Helen'in izinde II






Eski bir kuzey Ege geleneğidir, evlenmeden bir gece önce damadın arkadaşları, denize inci atarlar, Truvalı Helen'in incileri, damat dalıp incileri bulmaya çalışır, bulursa Helen ona ve eşine şans getirir. Yunan toplumu değişime, zamana ve hatta AB 'ne ayak direyen bir toplum, merkeziyetçi yapıdan kopamıyorlar, güce karşı zaafları var, askeri diktada olsa, sağ da olsa, sol da olsa hep gücün yanındalar. Toplumu ayrıştıran ve yozlaştıran tüm ögelerin yanında bence ortak paydaları muhafazakar olmaları.Ahlak Felsefesinin doğduğu bu topraklar, Sparta Kralı Menelaos'dan Paris'e kaçan Helen'i Truvalı olarak tanıyorlarsa ve 15.000 yıl sonra bile onu cesur olduğu için efsane yapıyorlarsa ve tanrıça yerine koyuyorlarsa, savaşlarda, travmalarda, krizlerde yıkamaz o toplumu.




Helen'in incilerine dalan damatlarla karşılaşmadım, uzonun bir bölümünü kaybettiklerim için yere döküp sonra içmedim, boş bardağı önce nazar için kırıp sonra dolu olanını da içmedim direk içtim ama resimde, 2. Dünya savaşının ortasında her an Nazi bombardmanını bekliyormuş gibi hissederek veya köşeden her an Yüzbaşı Corelli çıkacakmış gibi beklediğim meydanın ortasında, çınarın altında içtim tüm kaybettiklerimi ve kazandıklarımı düşünerek.

Helen'in izinde I



Aynı deniz, aynı hava, aynı kültür... bu kadar mı fark olur..

19 Temmuz 2011 Salı

YAZMALIYIM...




Bir şeyler yazmalıyım
bir şeyler yazmalıyım yüzde yüz yalansız
bir şeyler yazmalıyım
hiçbir şeyi önceden düşünmeden
cigaramın dumanı
yoktur yarin imanı
bir şeyler yazmalıyım
masamın üstünde gördüklerimi değil
parmaklarımı değil
bir şeyler yazmalıyım
içimde bir şeyleri yakalayarak
kova salıp içimdeki kuyuya su çekmeliyim.

Nazım Hikmet

18 Temmuz 2011 Pazartesi

En Yaratıcı Şefler VI; Gordon Ramsay





Şefliğin büyüsü bence diğer tüm mesleklerden farklı olarak, bulunduğunuz yere, zirveye, sıfırdan geliyor olmanız. Aileniz ne kadar zengin olursa olsun size ne kadar destek olursa olsun, yeteneğiniz yoksa, elinizdeki etin yanında, Van Gogh mu? Cosmos mu? Velox mu? (patates çeşitleri) gider, hayal edemiyorsanız, hayatınızın belli bir bölümünde bir ustanın yanında günde 20 saat çalışmadıysanız sonuç hüsran.

Önce hayal edeceksiniz, konumunuz, statünüz ne olursa olsun, soylu da olsanız işçi çocuğu da hayal edeceksiniz.

Aynı sanat gibidir şeflik sonra bu hayalinize ulaşmak için en az 10 sene çalışacaksınız ve içinizdeki o yaratıcılığı yavaş yavaş ortaya çıkaracaksınız. Hayal satar şefler, kendi restaurantları, zincirleri en az 15 sene önce hayal ettikleri yerledir ve çocuklukları da, kibirleri de kompleksleri de aslında bu hayalin içinde vardır.Menülerinde şaraplarında seçimlerinde görürsünüz.

Sıkıcı bir adamsa, riske girmiyorsa menü ve şarap seçimi klasiktir, tek parça etler, klasik baharatlar, bozulmayan rahatsız etmeyen bir renk uyumu vardır tabakta, kendiyle barışık, güvenli sevgi ortamında büyümüş bir şefin mutfağı her zaman daha baharatlıdır, yenilikler denenir, kayısı püresiyle karides aynı tabaktadır. Karidesle, kayısı püresini aynı kareye koyup yanına armutlu ve patatesli bir garnatür yapıyorsan, bence insanları da anlayabilirsin, yanındakilere ailene arkadaşlarına toleranslı olabilir ve onları dinlemeye çalışırsın. İyi bir şefin hayata karşı tüm algılamaları açıktır ve mutfak aslında hayatın ta kendisidir. Uzun lafın kısası kolay iş değildir şef olmak.





İşte bu zorluğun içinden kazıyarak gelmiş bir başka isim Gordon Ramsay.

İskoçların ilk Michelin yıldızlı şefi. Muhteşem bir kariyer. Haşlanmış sebzelerin, Soğuk Kuzey balıklarının, sadece soslanarak sunulan av hayvanlarının, tek parça steaklerin, orman meyveli keklerin ve sadece viskinin olduğu sıkıcı bir mutfaktan, Michelin yıldızlı şef olarak çıkmak, taktir edilmesi gereken bir başarıdır.

Önünde iki seçenek vardı ya en büyük aşkı Rangers'da futbolcu olacaktı ya da şef. O şef olmayı seçti. North Oxfordshire'da turizm okudu, Raxburg'da Hause Otel'de komilik ile başladı sonra Wickham Arms'da yardımcı şef olarak çalıştı, patronun karısıyla aşk yaşadığı öğrenilince kovuldu ve hayatı tam o noktada değişti. Her büyük şefin yolundan gitti ve Harvey's de Marco Pierre White ile çalışmaya başladı. Fransız mutfağını keşfetmeye başladı ve Paris'e gitmeye karar verdi. White ona LaGavroche'da iş ayarladı ve 1 sene Albert Roux'un yanında çalıştı.Roux onu Fransız Alplerin'deki Otel Diva'ya 2. sef olarak davet etti, arkasından tekrar Paris'e döndü Guy Savoy ve Joel Robuchon gibi yıldızlı şeflerle çalıştı.

Dolu dolu geçen 5 sene sonunda dinlenmeye karar verdi ve Karahiplere giderek 1 sene Privet Cooking yaptı. Dönüşünde White ona Rossmore'da %10 ortaklık teklif etti, artık yeteneğini yavaş yavaş ortaya çıkartıyordu. 1997 de ayrıldı ve 1998 de Gordon Ramsay'ı açtı 3 sene içinde üçüncü Michelin Yıldızı aldı.




White ile geçirdiği 3 sene, 5 yıllık Fransa deneyimi, 1 yıl Karayipler ve tekrar 1 yıllık patronluk... bu 10 yıllık deneyim 2000 yılından itibaren inanılmaz bir şekilde Gordon Ramsay'ı uçurdu. Bugün Gordon Ramsay Holding medya, Restauran zincirleri, danışmanlık şirketleri ile 100 mio Poundluk bir Holding.

Pizzacı'dan, Bakerylere, Grill Hause'dan Hamburgercilere, Michelin Yıldızlı Restaurantlardan wine hauselara, dünyanın dört bir yanında bulunan restaurant zincirleri, dünyanın önde gelen havayolu şirketlerine, holdinglerine ve catering çözümleri üreten şirketlere danışmanlık yapan şirketler, kitaplar ve dergiler yayınlayan bir medya şirketi holdingin bünyesinde.

Sonuç olarak Ramsay de bütün büyük şefler gibi bu işe sıfır noktadan başladı, 15 sene deliler gibi çalıştı, hayal etti ve başardı. Algıları, birkimi, yeteneği, yeniliklere cevap vermesi onu bu noktaya getirdi.

Eminim ki o bile 1998 yılında ilk restaurantını açarken 2011 yılında buralarda olacağını hayal edemiyordu, ama eminim ki 15 sene önce karides armut ve kayısı püresini aynı tabakta hayal ediyordu.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Saygıyla Anıyoruz...


Kapıcılar Kralı, Orta Direk Şaban, Tosun Paşa, Postacı, Kibar Feyzo, Hababam Sınıfı, Süt Kardeşler, Şark Bülbülü, Doktor Civanım, Gol Kralı, Hanzo, Kiracı, Salako... ilk aklıma gelenler. Az insana nasip olmuştur, tereddütsüz herkesin sevgisini kazanmak. Bu toprakların zor günlerinde, bugün demokrat kesilen siyasilerin, sanatçıların, sivil toplum örgütlerinin gazetecilerin çoğu askeri rejime, dayatmalara boyun eğmişken o korkmadan feodaliteyi, başlık parasını, ağalık düzenini, katma değer vergisini, eleştirdi, memurları, işçileri ve haklarını savundu, boyun eğmedi ve bunları yaparken kimseyi kırmadı, herkesi güldürdü.

Bugün bile günün hangi saatinde televizyonda bir filmini yakalasam aynı heyecan ve zevkle seyrediyorum. Seçtiğim resim ise ''Çöpçüler Kralı'' 1977 Umur Bugay senarist (Bizimkiler) Zeki Ökten imzalı, tüp kuyrukları, işsizlik, kenar mahalle insan ilişkileri, 70 lerin Türkiyesi... başyapıttır, önemli filmdir.''İki gözümün çiçeği parka gitmiş'' diyerek Ayşen Gruda'nın yanına koşması, birbirlerine bakışmaları, beraber tüp kuyruğu, fonda Moğollar offf... saygıyla anıyoruz....

26 Haziran 2011 Pazar

Ernest Hemingway ile güreşmek


Topu taça atmış, hayatlarının son bölümünde huzuru arayan insanların hikayesidir 1993 yılı yapımı''Wrestling Ernest Hemingwa''
Yaşlı insanların hayatları genelde gerçeküstü bir dünyada ve masal tadında, mutlu sonla anlatılır,Jack Lemon-Walter Matthau serileri bu tarzın en iyi örnekleridir, aslında mutlu sona yer yoktur hayatın o bölümünde, huzur bile olsa gerçek apaçık ortadadır.

İşte bu yüzden ''Wrestling Ernest Hemingwa'' önemlidir. Yaşlı insanların hayatlarını, hiçbir abartıya yer vermeden olduğu gibi anlatır. Robert Duvvall ve Richard Harris bu iki usta filmin ilk dakikasından itibaren sizi yakalıyorlar. Bu ikiliye Shirley Maclaine ve Sandra Bullock eşlik ediyor.

Frank emekli İrlandalı bir balıkçı, Walter ise Kubalı emekli bir berberdir ve parkta başlayan dostlukları, Frank'in 1930 lu yıllard Küba'da Ernest Hemingway ile güreştiğini anlatması ile vazgeçilmez hale gelir.

Bu güreş tüm filme ve seneryoya, seyirciyi hiç rahatsız etmeden hakim olur. Korkularını, takıntılarını, sevinçlerini, kibirlerini paylaşırlar, balık sahnesi, bisiklete binme sahneleri, Walter'ın Elenie'ye olan aşkı... hayata karşı ayakta durmaya çalışan yaşlı insanların zaferlerini net bir şekilde anlatır. Ağar geçen zaman, uzun öğlen uykuları, devamlı esen bir rüzgar... yazın ilk günleri bana hep bu fimi hatırlatır.


Frank: She's got a great backyard.
Walter: I don't know. I've never been to her house.
Frank: She's got a great ass.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Kronik Tutkular....



Resim herşeyi anlatıyor ne yazabiliriz ki...

Bugün televizyonlarda, dizilerde göz gözü görmezken, feodalite, silah, tecavüz, küfür, hırsızlık başroldeyken, ben koç Reeves'in biten NBA kariyeri için en az onun kadar üzülüyordum. Ve kenar mahalledeki Carver Lisesinde, hayatte kaybetmek olan kaderlerini değiştirmeye çalışan oyuncularıyla birlikte en az onun kadar onur mücadelesi veriyordum.

Coolidge'in babasız, annesiyle kenar mahallede bir siyah olarak sürdürdüğü yaşam mücadelesini, tek çıkış yolunun basket olduğunu ve ona duyduğu saygının kendine duyduğu saygı olduğu bugün bile çok net hafızamda.

Jackson'un öldüğü bölümün, hayatımda ilk defa Televizyonda seyrettiğim bir programdan etkilenerek ağladığım an olduğunu hatırlıyorum.

Ya Güney Amerika asıllı beyaz Salami'nin, tarih hocasıyla olan yasak aşkı...Tüm okulda rezil olmuşlardı ama aşktı ve aşka saygı duymak insan olmanın ilk kurallarından biriydi, Beyaz Gölge öğretmişti.

Koç Reeves'in hiç bir oyuncusunun kellesini vermemesi, Sporun bokun içinde bile olsa, uyuşturucuya, üvey babaya, aldatan sevgiliye, alkole, tüm acılara karşı tek çare olduğunu öğrenmek, Eyalet Finali Bölümü ve daha bir çok şey bir jenerasyonun hayat hakkında öğrendiği ilk derslerdi...

Ya duş sahneleri, Twist and Shout, My Gir, We are Famil, Mrs Robinson....

İlk bölüm; tüm oyuncular siyah ve arıza, beyaz adam gelir;

Coach Reeves: I will be covering you protecting everytime everywhere
Thorpe: Like a white shadow??

Dünyayı değiştiren anlar III; Demir Layd'nin vedası...





Tarih 28 Kasım 1990, Soğuk Savaşın son aktörlerinden,’’Demir Lady’’ lakaplı Margaret Thatcher, Muhafazakar Parti ve Başbakanlık görevlerinden istifa ediyor ve son kez Downing Street’den geçiyor.
Britanya ve Dünya için bir dönem kapanıyor. Gerilime ve kutuplaşmaya dayalı siyaset, arz yanlı para ve maliye politikaları, meşhur madenciler grevi, Falkland Adaları Savaşı, tarihin en büyük işsizlik rakamları, meşhur ‘’Toplum diye bir şey yoktur, birey vardı’’ sözü, Soğuk Savaş, Libya ve Irak operasyonları, giderek büyüyen ve kanlı hale gelen İRA sorunu, polisin halka karşı insan hakları ihlalleri…. Hepsi artık geride kaldı.

Dünya değişiyor, kutuplaşma kalkıyor, duvarlar yıkılıyor ve yeni aktörler sahneye çıkmaya hazır. Okyanusun öbür tarafında İrlandalı bir Genç Adamın çıkıp Dünyayı değiştirmesine 2, İngiltere’de başka bir genç adamın değişim diyerek ortaya çıkmasına ve tüm dünyayı buna inandırmasına 6 sene var.

Bugün bile Demir Lady İngiliz Halkını ikiye bölmüş durumda. Yaşayan en büyük 100 Britanyalı anketinde 6. sıradayken, en nefret edilen 100 Britanyalı anketinde ise 3. sırada. Tüm anketlerde hala İngilizlerin yarısı ona taparken, diğer yarısı ise nefret ediyor.

Anketler veya halk ne derse desin, liderleri yaşadıkları dönem içinde tarih değerlendiriyor ve hak ettikleri yere oturtuyor. Onu ve yaptıklarını da tarih yargılayacak.
Ama zerafet ve gurur bambaşka bir şey. Siyaset gibi kirli, karanlık bir deliğin içinde bile parlıyor.

1990 Kasım ayında Avrupa Birliği ile entegrasyon Muhafazakar Partiyi ideolojik olarak ikiye böldü. Thatcher güç kaybetmeye başladı, rakibi Michael Heseltine kendisine meydan okudu ve seçimlere gidildi. Heseltine seçimleri 2. Tura taşımayı başardı, Thatcher büyük olasılıkla kazanacağı 2. Tur seçimlerine katılmadı, partisinin güç kaybetmemesi ve bölünmemesi için istifa ettiğini açıkladı.
Bugün Modern Siyaset Tarihinin en inatçı, sert ve geri adım atmayan liderlerinden biri olan Margaret Thatcher, Kraliyet tarafından Baroness ve Garter Örgüt Üyeliği (En Yüksek Şovalyelik Örgütü) ile onurlandırılmışsa, kendisini yargılayacak olan o tarihe de bazı notlar da düşmüştür.

Biz son olarak gene kendi bildiğimiz köyden bu döneme bakalım. İngiltere’nin Demir Ladyli yıllarını, artan muhafazakarlığı, milliyetçiliği, toplumun yok sayılan bir bölümünü en net biçimde anlatan 2006 yılı yapımı ‘’This is England’’ filmini önerelim ve susalım.

27 Mayıs 2011 Cuma

Dayan Rauf Amca....




İhtilal yıllarının en büyük propoganda aracı ve sözcüsüydü tek kanal.
O yıllarda büyümüş bir çocuk olarak, Sovyet modeli merkezi bir propoganda ise, o kanalda her akşam 20:00 haberlerinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ı görmekdi.

O yıllarda sadece tonton bir amcaydı benim için. Büyüdükçe bu adamın aslında Türk tarihindeki büyük kahramanlardan biri olduğunu öğrendim.

Sabah radyoda durumunun ağarlaştığını duyunca cız etti içim, zaman dolduysa tabi ki yapacak birşey yok ama bu insanları ölüm bile yenemiyor.

Sen inandığın dava uğruna, ABD'ye, AB'ne, Yunanistan'a, satılmış iktidarlara karşı dik durdun, mücadele ettin, beyin kanaması, solunum yetmezliği sana ne yapar. Dayan Rauf Amca....

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayatın X Raporu




A Side

ne yalanlar söyledin, kimleri aldattın, hangi derste kopya cektin, kimleri sevdin, kimleri sevdin de söyleyemedin, kaç kişiyi tanıdın, kaç arkadaşın oldu, kaçı dostun kaldı, kaç sevgilin evlendi, sen kaç kez nişanlandın, kimlere sessiz telefon açtın, kimlere sokakta yüzünü çevirdin, kimlerle küs kaldın, kimin arkasından ağladın, kim seni hayal kırıklığına uğrattı, en güzel gol hangisi, tüm zamanların en iyi albümü sence hangisi, hangi maçı unutamadın, hangi filmi kaç kez seyrettin, salaş meyhanelerde rakı içtin mi, ekmek keserken parmaklarını da doğradın mı, halk otobüslerine bindin mi, vapurda kaç sigara yaktın, ilk kimi öptün, ilk kiminle seviştin, hangi kitabı kaç kez okudun, sigarayı kaç kez bıraktın, uçağa ilk bindiğinde korktun mu, üniversite sınavında tercihlerin doğru muydu, kan tutar mı seni, doktor yerine avukat mı olmalıydın, neden o şarkıda ağladın, dizileri seyredip seyretmedim dedin mi, merdiven çıkarken nefesin tıkanıyor mu, dizlerimde derman kalmadı diyor musun, yorgun musun bazı akşamüstleri, elini tutmak sana komik geliyor mu, yağmur yağdı mı bir fena oluyor musun, hafızana güvenmediğin zamanlar oluyor mu, ortalık yerde hiç osurdun mu, ilk aldığın cep telefonunu özlüyor musun, seni arayanlar yoksa azaldı mı, haftada kaç akşam dışarı çıkıyorsun, kaç duble rakı içtiğinde güzel oluyorsun, sushi sence de çiğ balık mı, sezen aksu'nun sesi sence de değişti mi, yaşıtın futbolcular yoksa jübile mi yapıyor, eski fotoğraf albümlerinden attığın fotoğraflara yanıyor musun, o pantalon üzerine olmadığı için akşamı meyveyle bitiriyor musun, onlarda hep onu arıyor musun, hiç ameliyathane kapısında bekledin mi, hiç sevdiklerin öldü mü, hiç mezarlık ziyaretinden geldiğinde kendine bir duble rakı koydun mu,




kitapçılara girdiğinde kitap yığınlarına bakıp panik oluyor musun, derginin kapağında adını bilmediğin kadına hiç aşık oldun mu, kolunu, bacağını hiç kırdın mı, kaşını yardın mı, utanıp da anlatmadığın birşeyler var mı, babanla en son ne zaman mangal yaktın, annenle ne zaman en son sinemaya gittin, çocuğunla en son ne zaman tek pota maç yaptın, en son ne zaman çiçek aldın, doğum günlerinde bankalardan gelen tebrik mesajlarına gülümsüyor musun, ne kadar borcun var, kaç aylık taksite cesaretin var bu hayatta, haftanın hangi günü olduğunu çıkaramadığın zamanlar oluyor mu, sence de yıllar akıp gidiyor mu, gözaltındaki morluklar için hangi krem diye danıştığın oldu mu, kimbilir nerededir dediğin insanlar var mı, siyasi fikirlerin değişti mi, o partiye oyunu verip; buna verdim dedin mi, hiç körkütük sarhoş oldun mu, sabah uyandığında ben neredeyim dedin mi, her gün yarım aspirin içiyor musun, işitmende, görmende bir şikayetin var mı, yolun ortası demek için 35'i mi bekliyorsun, yoksa35'i geçtin mi, çayı azalttın mı, kempes'i hatırlıyor musun, kaleciye geri pasın serbest olduğu günleri peki, dawkins'in yüzü geliyor mu gözünün önüne, toprak arsada hiç futbol oynadın mı, almanya'daki akrabaların ne getirsin diye bekledin yaz vakti, romantik olmak yoksa bayıyor mu seni, kimi şiirler zamanla anlamını yitiriyor mu, hala hürriyet mi okuyorsun; yoksa radikal mi alıyorsun, mahalleden çocukluk arkadaşlarınla onca yıl sonra hiç rakı içtin mi, babanı özlüyor musun... duyuyor musun, işitiyor musun X raporunu al hayatının; Z'yi sana bırakmaz hain zaman...






B Side

ne gerçekler sakladın, kimleri kurtardın, hangi dersi arka sırada karşıladın, hangisinde öne sıçradın, hangi koordinatta kaldı o teneffüs de açılamadığın kız, adını bilmediğin akrabaların var mı, duvar boyamayı bilir misin, almanya’ya ilk gittiğin günü hatırlıyor musun, uçağa ilk bindiğin anı, kaç kez ayakkabını bağladın, kaç kez çözdün, sokaktan üstün kirli dönmekten ne zaman vazgeçtin, ilk içkini ne zaman içtin, seni eve ilk kim taşıdı, hiç hırsızlık yaptın mı, nasıl yakalandın, bir daha yakalanmamak için ne düşündün, ahmet kaya’nın sesini ilk nerede duydun, koca yazlıkta hiç tek başına kaldın mı, verdiğin geri pas gol oldu mu, kar yağdığında seviniyor musun, kaç cep telefonu değiştirdin, kaç sevgilin oldu, saçım dökülecek diye korktun mu, hiç ameliyat oldun mu, kaç teybin kristalini sildin, kaç futbol topun arabanın alınmayacak noktasına kaçtı, nefret ettiğin insanlarla aynı evi paylaştın mı, skoç braytsız bulaşık yıkadın mı, gemi yolculuklarını özledin mi, toplam ne kadar borcun var, klişenin adresini iyi biliyor musun, hala sulukule’ye gitmedin mi, kaç kavgada dayak yedin, kaçında galip geldin, kaç yılbaşın mutlu geçti, arayıp da konuştuğun dakikaların miktarı aranıp da konuştuklarından fazla mı, top oynarken dalıp gidiyor musun, silecek suyunun seviyesi önemli mi senin için, nereden incelirse oradan mı kopar, ölümü unuttun mu, kaybettiğin tüm eşyaların meçhul bir mezarlıkta toplandığını düşünüyor musun, poşet suyu hatırlıyor musun, hala madonna kıpırdatıyor mu içini, özal dönemi bakanları nerede diye sorar mısın, beatles’ın kaç şarkısını ezbere biliyorsun, liseden arkadaşların aradığında panik oluyor musun, yaşayan platonik aşkın var mı, hiç elektrik çarptı mı, 12 eylül sabahını anımsar mısın, coşkun sabah-hülya avşar aşkını unuttun mu, beğenmediğin şeyleri söylemeye ürker misin, finlandiya’nın başkenti neresi, msn solcuların icq sağcıların diye kuruyor musun kafanda, iki mutluluk arasında geçişi sağlamayı öğrendin mi, hangi dilde düşünüyorsun, cam kırdın mı hiç, elin kesildi mi, bilmediğin ingilizce kelimeler üzüyor mu, hiç hapise düştün mü, ilk kiminle evlenmek istedin, seni sınıfta bırakan hocalara kızgınlığın geçti mi, trenin durmadığı istasynlara ayıp oldu diye düşündün mü, kaç plağın iğnesini kırdın, kaçını onardın, kaybettiğin paraların toplamını hesaplamaya çalıştın mı, o hesap esnasında kur farkını kovalarken delirdiğin oldu mu, rıdvan’ı izleyemediğin için hayıflanır mısın, kaloriferin havasını almayı biliyor musun, kaçak elektrik kullandın mı, mercedes yıldızı kırdın mı, görmemiş gibi taktırdığın hellalar şimdi hangi arabada, kaç kez rüşvet verdin, anneni kaç kez kızdırdın, ilk çocuğun ölmese şimdi kaç yaşında olacaktı.




jelibon’a bakışın nedir, lastik değiştirmeyi biliyor musun, hiç bir esprini sevdiklerine sakladın mı, en sevdiğin meslek nedir, seviştiğin insanı televizyonda gördün mü, eski kasetlerini ne yapacağını bilmediğin oluyor mu, teknolojiyi seviyor musun, en parasız kaldığın gün, paraya boğulduğun an, çamaşır suyuyla karne değiştirdin mi, sağlığın endişelendirir mi seni, ilk paramla check-up yalanına kanar mısın, aldığın en iyi teklif aşkta mıydı işte mi, ofsaytın kuralını ne zaman öğrendin, delip misina taktığın jetonu hala saklıyor musun, sürdüğün en iyi araba ne, aldığın ilk cd kime aitti, deniz tuttu mu seni, kaç kez servisi kaçırdın, en son ne zaman kustun, burnun sık sık kanar mı, hatırlamaktan ziyade unuttuğun için trip atar mısın kendine, bilinçaltını ne sıklıkta tatil edersin, kiralık ev ilanlarında en pahalı evin nerede olduğuna dalarken asıl vazifeni unutur musun, kaç kere kovuldun, kaç kere istifa ettin, teknik direktörlerin gençliğini bilir misin, kayahan-nilüfer kavgası ilgini çekiyor mu, minibüsteki kadın sayısını erkek sayısıyla karşılaştırıp açıkta kalanlar için üzüldüğün olur mu, hiç silahın oldu mu, en pahalı ne aldın, şanslı mısın, şanssız mısın, kaç dua hatırlıyorsun, hiç küpe taktın mı, en çok kimle konuştun, röveşata yaptın mı, en son ne zaman şapka taktın, hiç adam sattın mı, saçına sakız yapıştı mı, kısa aralıklarla sık tebessümler mi, bir kerede büyük bir kahkaha mı, bir katile sarıldın mı, kaç kitabın sobada yandı, bir aşk uğruna şehir şehir gezdin mi, otelden aldı mı hiç zaptiyeler, dönerin kanser yaptığına inandın mı, masadan kalkarken havaya imzanı atar gibi mi yaptın, yoksa hesabı ödemeden mi kaçtın.. bazı şeyleri anladın mı, inandın mı hersheye.. X raporu mütemadi hayatın, Z raporunu bizden sonra alırlar ...

Korsan...

hiç gecenin 3 ünde mesaj yazıp sildin mi,göbeğini saklamak için içine çektin mi,en son ne zaman dua ettin,sevdin mi sevildin mi,kaldırım taşlarının çizgilerine basmamayı saplantı haline getirdin mi hiç,tek ayak üzerinde kaç defa zıpladın,karıncaları seyrettin mi,gizlice otoparka gidip arabası orda mı diye kaç kez baktın,yanan ışığı takip ettin mi,en son ne zaman seviştin,hipnoza gittin mi,ilk mektubu hatırlıyor musun,sabah 6 da sahili,güneşin doğuşunu en son ne zaman seyrettin,araba çaldın mı ,sonra o arabanın motorunu yaktın mı,anneni ne zaman öptün,kukalı saklambaç oynadın mı,vapurda kustun mu,hayalkırıklıklarını biriktirdin mi,attın mı,yaktın mı,imişken değilmiş gibi kaç kez yaptın,bir şarkıyı üstüste kaç kez dinledin,anladın mı,anlaşıldın mı,kapı çalıp kaçtın mı. en önemlisini sordun mu?




Not: www.acetobalsamico.blogspot.com sayfasında 13.05.2011 tarihinde yayınlanmıştır ve oradan alıntıdır.

4.Boyut ve Saygı



Her zaman spora inandım, sporu basit bir oyunun ötesinde, ahlaki bir düşünce sistemine dayanan içgüdüsel bir tutku olarak gördüm. Çocukluğumdan beri kahramanlarım hep sporcular oldu. Hiçbir şey beni, insanın fiziksel ve mental sınırlarını zorlaması, duvarın yanına gelmesi kadar etkilemiyor.

Bugün blog yazma motivasyonu bulduysam, en büyük sebebi, Muhammed Ali, Haile Gabri Selasi, Lance Armstrong gibi modern mitoloji kahramanlarıdır.

Ve yüce yaratana şükürler olsun ki; her spor dalında 90 lardaki yıldız kısırlığından sonra, 70lere, 80lere geri dönüyoruz, bu mitolojik kahramanlar tekrar hayatımıza girmeye başladı ve bizleri büyülüyorlar.

İşte hayatta en saygı duyduğum adamlardan biri; Haile Gabri Selasi....

Portresini yazmaya, cümleleri kafamda döndürmeye, not almaya başladığım bir zamanda, tekrar spora döndüğünü ve 2012 Londra'da Maraton koşacağını, kendisine ait dünya rekorunu 2 saatin altına çekmeye çalışacağını açıkladı.


O yüzden o koşmayı bırakana kadar portresini yazmayacağım, bu yazıyı 2012'de yaşayan bir canlının fiziksel olarak gelebileceği son noktaya ulaşarak boyut değiştireceği, 42 km yi 2 saatin altına indirdiği zaferiyle bitireceğim.

Ama arasıcak tadında; 2000 Sidney 10.000 metre finalinde bir başka efsane Paul Tergat ile finishi, 2004 Atina'da kendi keşfettiği, abilik yaptığı ve yol verdiği Bekele ve Shine'nin duble yaptıktan sonra sevinmeden finish de onu beklemeleri ve Etopya bayrağı ile tur atmaları, spor tarihinin unutulmaz kareleri arasına girdi.

En Yaratıcı Şefler V; Aşçıların Kralı, Marco Pierre White




Bugün bu sektörde olan herkesin tartışmasız üzerinde uzlaştığı, kabul ettiği ortak yargıdır; Modern Mutfağın babası Marco Pierre White’dır.
Her iyi Şef gibi onda da Akdeniz DNAsı Anne tarafından gelmiştir ve İtalyandır.

Hakkında ve Restaurantları hakkında yazacak çok şey var, en önemlisi herhalde 25 yaşında 1. 33 yaşında 3. Michelin yıldızı almasıdır. White en genç 3. yıldızı alan Şeftir, bu rekor daha sonra Massamiliano Alajmo tarafından 28 yaşa çekilmiştir.




Resimlerden de görüldüğü gibi değişik bir tiptir White. 1999 Yılında toplam 85 Michelin yıldızı varken, bir anda şok bir karar alır, tüm yıldızları geri iade eder ve emekli olur. Bu karar ile alakalı olarak;’’ Artık öyle bir noktaya gelmiştim ki, kendimi Michilen Kontrolerlarının kölesi, mahkumu gibi hissediyordum ve bir karar vermek zorundaydım, ya devam edecektim ama özgür olmayacaktım, kendim olmayacaktım ya da benim için doğru olanı yapacaktım ve ben de onu yaptım’’ Bir yıldız için bile Dünyadaki tüm şeflerin, tüm birikimlerini, tecrübelerini, performanslarını ortaya koydukarını düşünürsek, 37 yaşında 85 yıldızı geri iade etmek için bu hayatta bir çok şeyi aşmış olmak gerekir.

Böyle bir yeteneğin emekli olup köşesine çekilmesi söz konusu olamazdı tabi, White baştan başladı ve bugün seçkin elegant tarzdan, bistroya, steak hausedan, country style’a geniş bir yelpazede uzanan restaurantlar açtı. Bugün Marco, Daniel (Daniel Boulud’un restaurantı) ve L’Atelier (Listemizde olan Joel Robuchon’un Londra’daki Restaurantı) ile birlikte Dünyanın en iyi Restaurantlarından biri olarak kabul ediliyor. The Box Tree, The Kings Arms, The Angel Inn, Kings Roadhause Steakhause, Old Coach Hause gibi bir çok Restaurant White imzasını taşıyor.




White artık o kadar markalaşmış ve kabul görmüş durumda ki; tavsiye ettiği, beğendiği restaurantlar, Dünya’da Michlien Restaurantlarından daha fazla ilgi görüyor ve gastronomi meraklıları tarafından takip ediliyor.

Benim için ise diğer bir önemli not ise Mario Batali kariyerinin başında, White’ın ilk açtığı Kings Roadhause’da White’ın yanında çalışmasıdır.

Ve bugün Türk Televizyonlarında ilgi ile seyredilen ‘’Master Şef’’ Programı, birebir olmasa bile White’ın UK Versiyonunda Master Şefliğini yaptığı ‘’Hell’s Kitchen’’ dan formatlanmıştır.
Programın adından da anlaşılacağı gibi White, Cehennem Zebanisi misali arıza ve ukala bir şeftir ve insanlara yemek yaptırmaktadır.

Türkiye’de yayınlanan ‘’Master Şef’’ programındaki hafif toplu, insanlara bağaran şef arkadaş, White’ın çakmasıdır ve onu taklit etmektedir.
İkisi arasındaki farkı veya White’ın ne kadar ilginç bir fenomen olduğunu görmek için programı youtubedan izlemenizi tavsiye ederim.

17 Mayıs 2011 Salı

En yaratıcı şefler III: Daniel Boulud





Listemizin ağır toplarından ve ilk Michelin yıldızlı şefimiz. Lyon yakınlarında ailesine ait çiftlikte dünyaya gelmiş aristokrat bir ailenin çocuğu.
Çocukluğundan itibaren, taze sebzelerin, meyvelerin ve otların uyumunu ahengini kafaya takmış. Hep keşfetmeye, yeniliklere açık olmuş.

Bence Daniel Boulud eski klasik Fransız Mutfağı ile yeni trendleri birleştirmiş ve buna kendi zincirini devamlı yenileyerek büyütmüş, mutfaktan çıkamayan konservatif jenerasyonun, dünyaya açılmasına öncülük eden şeflerden. Resminden, saç stilinden, sadece mutfağa ve yemek yapmaya odaklanmış bir beyfendi olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bana göre en şaşırtıcı özelliği bu kadar mükemmeliyetçi bir insanın, zincirlerinde çalışanlarına, güvenmesi, onlara büyük sorumluluklar, geniş yetkiler vermesi. Bu genelde bu seviyedeki şeflerde çok görülen bir özellik değildir.




Bugün Michelin Yıldızlı bir Restaurant, sunduğu tatların dışında, şarap menüsü, sunum ve ambians gibi kriterleri de belli bir seviyede tutmak zorunda. Mutfakta menüsüne oranla belirli sayıda şef bulundurmak zorunda. Bir sipariş verildiği zaman o siparişi hazırlayan şef (starter da olsa, main course da olsa) o siparişe sıfır noktasından başlamalıdır, yani daha önce haşlanmış sebzeler veya yarı pişirilmiş etlerle değil. O yüzden bir Michelen yıldızlı restauranta gittiğinizde bir starter ve bir main course, bir tatlı sipariş verdiğinizde, üzerine istediğiniz şarabın soğutulma zamanını da eklediğinizde, toplam 3 saat civarında burada kalmalısınız.

Bugün dünya üzerinde bir çok 3 yıldızlı Michelin Restaurantı var ancak Daniel bunların içinde en seçkinlerinden. Her yıl en iyi 10 restaurant arasında bulunan Daniel, Boulud’un hayal gücünü, yaratıcılığını, mükemmeliyetçiliğini gözler önüne seriyor. Daniel’de bir akşam yemeği yiyebilmek için en az 3 ay öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerekmektedir. Daniel dışında şef gene NY ‘da Bar Boloud, Boloud Sud, Cafe Boloud, Bar Pleiades, Amerikan –Fransız mutfağının dünyadaki tartışmasız bir numarası DB Bistro Moderne, DB Kitchen and Bar, Londra, Singapur, Miami, Vegas’da ise bu restaurantların çeşitli zincirlerini açmıştır.

Büyük resimde klasik bir tarzın, yenilikçi öncüsü olan Boloud şüphesiz her listede dünyanın en iyi şeflerinden birisi olarak kabul ediliyor. T.V. Showu ‘’After Hours with Daniel ‘’ise interaktif bir show olarak bu alanda öncülük yapıyor.

Aslan...




Formül aslında çok basit. Galatasaray elindeki futbolcuların yarısını satsın, oynadığı mevki hiç önemli değil, onun ruhunda 3 oyuncu alsın, 3 ayda aslan olduğunu hatırlar.

Onun Aziz elleri... 17 Mayıs 2000


17 Mayıs 2000 Akşamı Kopenag Parken Stadyumunda, Claudio Taffarel, Thierry Hennry'nin o kafasını kurtardığı ana kadar, aramızda bile kupayı alacağımıza inanmayanlar vardı.

Katolik inancına göre aziz olabilmek için 3 mucize gerekir. 94 Dünya Kupasında Massaro'nun penaltısını kurtarırken birinci, 98 Fransa'da yarı finalde, Cocu ve Ronald De Boer'un penaltıları ikinci mucizesiyken, bu kurtarış Taffarel'i aziz yapıyordu. İşte tam o an, bir anda herkes aynı şeyi düşündü, mucize gerçek olmuştu. 15 dakika daha vardı, 1 kişi eksiktik ama hiç önemi yoktu. Kupa geliyordu.


Son 10 yıla baktığımızda, 2003 Porto,(Şampiyonlar Ligi) 2005 Liverpool (Şampiyonlar Ligi)2006 Sevilla(UEFA) şampiyonlukları dışında, bu kadar derin anlam ifade eden, mucize diye nitelendirilen başka büyük bir başarı yoktur.

Sporun aslında sadece bir oyun olmadığının anlaşılamadığı, birçok sorunun spor ile çözülebileceğinin ısrarla görülmediği, bir sporcudan bir efsane yaratılamayan, vefa duygusunun olmadığı bu topraklarda bir milattır 17 Mayıs 2000. Bir kupadan çok daha fazlasıdır, inanmış bir grup insanın, tüm ülkeyi inandırması ve başarmasıdır.

Bugün hala her anını aynı heyecan ile hatırlıyorsak, her seyrettiğimizde gözlerimiz doluyorsa ve daha iyisi yoksa tabi ki aynı çoşkuyla ve heyecanla anacağız o akşamı ve o akşamı yaşatanları.

İster tesadüf olsun, ister şans, ister kupaya giderken elediğimiz tüm takımlar küme düşsünler, ister biz de küme düşelim farketmez, bu topraklar daha iyisini görmedi, görene kadar herkes bunu kabul edecek ve susacak.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

En Yaratıcı Şefler IV; Mario Batali





Eğer birgün bu işi yapmak istiyorsam, eğer bir başlangıç noktam olacaksa, o nokta tabi ki Batali. Tek kelimeyle idolüm. Dünyayı, yaptığı işi bu kadar basite indirgeyen bir adam daha olamaz heralde. Felsefesi çok net, diyor ki üstad;''iyi bir şef, bir mutfağı yönetebiliyorsa, her işi iyi yönetebilir'' yani iyi bir şefsen her işi iyi yapabilirsin, bu hayat felsefesini de yaptığı her işte ön plana çıkartıyor.

Sembol kıyafeti Turuncu Crocs ve Şort olan, her yere, TV showuna, açılışlara bu kıyafetle giden, devamlı Vespa ile dolaşan, bu seviyeye gelmiş, bir adam, hayatta ne kadar başarısız olabilir ki...??

Batali'yi ilk defa, Gwyneth Paltrow, Times yazarı Mark Bittman ve İspanyol oyuncu Claudia Bassols ile yaptığı ''Spain... on road again'' adlı TV programı ile keşfetmiştim. http://www.spainontheroadagain.com/ lütfen girin ve bu sayfaya bakın, Batali ve hayat tarzı ile alakalı ne demek istediğimi anlayacaksınız. 13 bölümlük seride, bu 4 ünlü insan baştan sona İspanyayı adım adım geziyor ve bu muhteşem kültürü en ince ayrıntısına kadar analiz ediyor, yeme içme alışkanlıklarını, yemeklerini, tariflerini, şaraplarını ve İspanyaya özgü pişirme tekniklerini anlatıyorlardı.




Sonra birgün, daha önce blogda da yazdığım Eatly adlı restauranta girdim, İtalya ile alakalı, restaurantlar, peynirler, sebzeler, şaraplar, dondurmalar, yazıda da yazdığım gibi ev yapımı pastalar, ravioliler, ekmekler.... 1 tam günü muhteşem bir şekilde, İtalyan mutfağı, yemekleri ve şaraplarıyla geçirebileceğiniz bir yer, sonra bunun sahibi, bulucusu kim diye baktım ve Mario Batali adını gördüğüm an, idolüm bu adam artık dedim.

Hayatı ve restaurantları ile alakalı yüzlerce bilgi var, google da yazdığınız zaman hepsi çıkıyor, New York, Las Vegas, California ve Singapur'da 15 -20 tane genelde İtalyan ve İspanyol mutfağı ağarlıklı restaurantları var, bunlarla ilgili yazılacak çok şey var, tabi ki her biri için ayrı bir yazı yazmak gerekiyor ama bence Batali'ye mutfağı üzerinden bakmak yanlış olur. Sadece genel strateji olarak zincir açmadığını, her yeni restauranta başka bir kimlik ve ruh verdiğini yazabiliriz. Michelin yıldızı da yok, önemi de yok zaten, böyle bir adam bence bütün yıldızları takmıştır hayatta. Önemli olan bence gittiği yol nasıl mı??




Batali Amerika Seattle doğumlu, 15 -18 yılları arasında ailesiyle beraber İspanya'da yaşadı ve bu süre içinde bu kültürden çok etkilendi, şef olmaya karar verdi. Amerikaya döndü Üniversite okudu ve bitirir bitirmez Londra'ya Le Cordon Blue yemek okuluna gitti. Okulu bitidikten sonra efsane şef Marco Pierre White'ın ( listemizde tabi ki var) yanında Six Bells'de çalıştı. Arkasından Lo Tour d'Argent Paris ve Provence'de Moulin de Mougins'de çalıştı ve son olarak İtalya'nın kuzeyine geldi, 4 kuşak önce Amerika'ya göç eden ailesinin izinde kuzey İtalya'da 20 bin nüfuslu ufak bir kasaba olan Borgo Capanne'de İtalyan ruhunu, ailesinin köklerini, türüt mantarını, üzümü, şarabı, ricottayı keşfetti, topladı, yapımlarında çalıştı, mutfakta denedi.

Kısaca Amerika'da kalıp kendi restaurantını açmak yerine yıllarca Avrupa'da lezzetin peşinden koştu. Ruhunu dinledi ve kendi kodlarındaki sırrı aradı. ''Spain.. on road again'' de zaten bu yüzden çok enteresan, bu adamın hayatının izlerini taşıdığı için, bir lezzetin, o lezzeti üretmenin altında yatan 100 lerce yıllık deneyimin öyküsünü, sihirini keşfettiği için. Ve en önemlisi, bence Batali'nin sırrı; büyürken küçülmesi, mütevazılığını, ruhunu, hiçbir zaman kaybetmemesi. Dünyanın en saygın şeflerinden biri, en çok ödül kazanan restaurantların sahibi, her yaptığı işi en iyi şekilde başaran ve yılda milyonlarca usd kazanan bu adam, hala ayağında crocslarla pazara çıkıyor, tarlalara dalıyor, olduğu gibi kalıyor.




Son olarak Batali'nin yardıma ihtiyaç duyan çoçukların, korunması, bakımı, eğitimi ve topluma kazandırılması için kurduğu ''Mario Batali Foundation''
her geçen gün büyüyor ve faaliyetlerini arttırıyor. Normalde, sanayicilerin işadamlarının bu tür faaliyetlerde bulunduğunu düşündüğümüzde, bir şefin bu işlere girmesi pek karşılaştığımız bir olay değil. Ama dedik ya bu adam başka bir adam, bu satırların yazarı gibi lütfen Batali'yi takip edin, kendinizden bir parça bulacaksınız ve yaşama farklı bakacaksınız