22 Şubat 2011 Salı

Dünyayı Değiştiren Anlar - 1 '' Brandt'in Sessiz Özürü''





Soğuk savaşın ortasında dünya net bir çizgiyle ortadan ikiyi ayrılmış kutuplaşmışken, dünya barışından söz etmenin çok uzak olduğu günlerde, Almanya'nın Sosyal Demokrat Şansölyesi Willy Brandt, Polonyayı ziyaret eder.
Ziyaret başlıbaşına Dünya'da büyük bir olayken, Brandt Varşova'da binlerce insanın önünde Varşova Ghettosunda ölenler için yapılmış olan Warsaw Ghetto Memorial'ın önüne tek başına gelir ve dizleri üzerine çöker.Kameralar bu görüntüyü yakaladığında tarih 7 Aralık 1970 dır.
Yer yerinden oynar başta Almanya olmak üzere tüm dünya şaşkınlık içerisindedir, yıllar sonra Brandt o an hissediklerini;
"O an sonu olmayan Alman tarihinin üzerinde, öldürülen milyonların yükünü hissettim ve insanların kelimeler yetersiz kaldığında yaptıklarını" diye açıklayacaktır.
Brabdt daha sonra bu hareketini, iki Almanya'nın birleşmesi ve Komunist Ülkeler ile ilişkilerin normalleşmesi için atacağı adımlarla kuvvetlendirecek, soguk savaşın bitiş sürecini resmen başlatacaktır.1971 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layik görülecektir.

6 Aralık 2000 tarihinde bir başka Şansolye Gerard Schröder aynı yerden dünyaya şöyle seslenecektir;''7 Aralık 1970 günü bir Alman Şansölyesi bu meydanda, bazı şeyleri söyleyebilme cesareti göstermiştir, söyleme şeklinin önemi yoktur, biz bu suçları işledik ve bununla yüzleşiyoruz demiştir, Brandt'in bu karesi, geçmişi anlamanın ve anlayarak, uzlaşarak ortak bir gelecek hazırlamanın sembolü olmuştur.Tüm Polonyalılar ve Almanlar gibi ben de bu resmi hiçbir zaman unutmayacağım''

Amatör Şarapsever




İtalya’nın her bölgesinde, her kasabasında hatta köyünde ayrı ayrı şaraplar üretilirken, her şarap üreticisi değişik üzümleri değişik tekniklerle harmanlayarak, sonsuz bir çeşitlilik sunarken, şarapsever olarak bu kadar uzaktan bütün bu yenilikleri, değişik tatları denemeniz, yazılan makaleleri, blogları takip etmeniz mümkün değil.İyi bir şarap severseniz iş sadece İtalya ile de sınırlı kalmıyor.Fransa, İspanya, Portekiz ve son zamanlarda Moldovya, Gürcistan gibi ülkelerin de şaraplarını takip etmelisiniz.Bu da çok ciddi bir zaman ve bütçe gerektirmektedir.

O yüzden ben kendi adıma şöyle bir metod geliştirdim.Öncelikle hiçbir şekilde önyargılı davranmayarak, yeniliklere de açık olarak, köy köy, kasaba kasaba değil de bölgelerin ünlü şaraplarına konsantre oluyorum.

Üreticilerden çok üzüm önemli, çünkü DOC ve DOCG denetleme sistemleriyle, şarabın içindeki alkol ve şeker miktarları, hangi üzümün hangi bölgeye ekileceği gibi standartlar çok sıkı bir şekilde denetlenmekte ve üreticilerin standartları, üretim teknikleri belirli bir seviyede tutulmaktadır.
Tabi ki üreticilerin önemli olduğu bir seviye vardır ancak başlangıç için veya hobi seviyesindeki şarap severler için, ilk referans üzümdür.
Damak üzümleri ve aromaları ayırt edebildikten sonra, yavaş yavaş üretim tekniklerini de ayırt etmeye başlayacaktır ve işte o zaman üretici seçimi söz konusu olacaktır.

Bölgelere dönecek olursak;
Mesela Toskana Bölgesinin Brunello, Vino Nobile üzümleri, daha önce de blogda yazdığımız ve tutku ile bağlı olduğumuz Cianti Classicosu ve Bordeaux’nun Cabernet Sauvignon’una rakip Sangiovese’si bu bölgenin en meşhur ve en kolay bulunan şarapları.

Fransa’nın meşhur Provance Bölgesine komşu olan Alplerin eteklerindeki Piemonte Bölgesi’nin 2 meşhur kasabası, Barolo ve Barbaresco şarap konusunda büyük bir rekabet halindeler.Bölgenin en ünlü üzümü soğuk havaya dayanıklı Nebbiolodur. Türüt ve Porçini mantarı bu bölgeden çıkarak meşhur olmuştur, bugün yerine göre kiloları 1000-1500 avrolara kadar çıkmaktadır ve Risotto bu bölgenin yemeğidir.O yüzden rafta Piemonte Şarapları gördüğünüzde, hele hele bu iki kasabaya ait Nebbiolo yakaladığınızda, düşünmeden alabilirsiniz.

Sicilya Bölgesi Volkanik bir bölge ve en meşhur üzümleri Etna’nın eteklerinden, kırmızıda en iyi tercih Nerod Avola üzümleri, meşhur tatlı kırmızı şarabı Marsala ve Nerello Mascalese ve Nerello Cappuccio üzümlerinden yapılan Faro adlı harman iken beyaz üzümleri meşhur Cataratto , İnzoliadır.

Son olarak bahsetmek istediğim Kuzeydoğu’da yeralan Veneto Bölgesidir.
Bölge son yıllarda şarap üretimi konusunda inanılmaz bir atılım yapmıştır, en bilinen bölge üzümlerinin dışında (Beyazda Tocai, Garganega ve Verduzzo, kırmızı şarap üretiminde bol miktarda kullanılan Corvina, Molinara ve Rondinella) Pinot Bianco ve Pinot Nero şarapları tüm dünyada yavaş yavaş ün kazanmaya başlamıştır.
Bir arkadaşımın hediyesi ile ilk defa tattığım Pinot Nero Kırmızı şarabı Cianti’nin önüne geçmiş durumda.Olgun Kiraz ve böğürtleğen kokusu, vanilya ve çeşitli bitkiler ile karıştırılmış ve her yudumda tüm tadları ve kokuyu kolaylıkla ayırabiliyorsunuz.Fiyatı İtalya’da 3.50 avro, burada internetten sipariş verirseniz şişesi 17 avro civarında.Her çeşit kaliteli üzümün yetiştiği bu topraklarda, kaliteli şarap içmenin bedelinin bu kadar pahallı olması ise apayrı bir yazı konusu.

Sonuç olarak, İtalyan şarabı seçmek için tüm üreticileri bilmenize gerek yok. Bölgelerin ünlü beyaz veya kırmızı üzümlerini seçin ve raflarda bölge-üzüm ilişkisine göre arama yapın, tattıkça farkları anlayacaksınız ve ortak şarap lisanını konuşmaya başlayacaksınız.

Devrim Yapanındır



Tüm Dünya’yı büyüleyen, kendilerine hayran bırakan İspanyol Sporcuların ortak özelliği, hepsi 1980 li yıllarda dünyaya gelmiş olmaları.Peki hemen hemen her spor dalında bu altın jenerasyonları yakalamak şans mı?? Cevabi kesinlikle hayır.

1970 lerin ortasına kadar Askeri Dikta ile yönetilen İspanya, 70 lerin ikinci yarısından itibaren kabuk değiştirmeye başladı.İlk olarak AET’ye üyelik süreci tamamlandı ve hızlı bir şekilde sosyal adalet, gelir dağılımı, sağlık, spor gibi alanlarda devrimler birbirini izledi. Özellikle turizm İspanyolların gelir düzeyinin artması ve ülkenin sosyal olarak gelişimini hızlandırmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Ve 80 lerin başından itibaren bölge veya farklı etnik köken gözetmeden spora inanılmaz bir yatırım yapmışlar ve Ekim 1986 yılında, altın çocukların doğmasında dönüm noktası olacak olan 1992 Barselona Olimpiyatlarını kazanmışlardır.



Bu Olimpiyatları kazanmak için spora yaptıkları yatırımların ne kadar doğru planlandığını ve hayata geçirildiğini bugün çok daha net bir şekilde görüyoruz.
Olimpiyatı kazanan bir ülkede daha Olimpiyatı kazanmadan, şehircilik, altyapı, tesis gibi başlıkları konuşmadan önce o ülkeye spor kültürünü yerleştirmeniz gerekmektedir.



Olimpiyatı düzenleyen şehirler veya ülkeler için oyunlar; sadece 15 gün süreyle sportif müsabakaların yapıldığı, gelir elde edilen etkinlikler olarak değil, o ülkenin ve insanının sosyal ve kültürel değişimini başlatan, geliştiren veya tamamlanmasını sağlayan ömür boyu süren bir süreç olarak görmek gerekir.

Olimpiyatları düzenleyen şehirler Olimpik City olarak tarihe geçerler ve ömür boyu bu sorumluluğu taşırlar.Bugün Olimpiyatların yapıldığı şehirlere baktığınızda, çok bilinen başkentler ve büyük şehirler dışında (Pekin, Moskova, LA, Atina…) hemen hepsi Olimpiyat Oyunları ile gelişmiş, tanınmış ve marka olmuştur.
Olimpiyat Komitesi, seçimini yaparken bu ruhu yaşatabilecek düzeyde bigiye, birikime, eğitime sahip olma kriterini ilk planda tutmaktadır.



İspanyaya dönecek olursak, o yıllarda sporda düşük profilli bir ülke olan İspanya, Olimpiyat kazanmak için hızlı bir tesisleşmeye başladı.
Olimpiyat Oyunları için Barselona seçimi, Bölgesel kalkınmanın en önemli örneğidir.70 lerin sonuna kadar bakımsız, eski ve harabe görünümündeki Barselona’nin, ilk olarak tarihi dokusu yapılan iyileştirme çalışmalarıyla yeniden düzenlendi.Gaudi, Picasso, Sagra Familia gibi Barselona’ya özgü değerler ön plana çıkartıldı, Plaza de Catalunya ve onu takip eden meşhur Las Ramblas Caddesi tamamen yenilendi, marina yapıldı.
Bu yatırımlardan sonra İspanyollar Olimpiyat Köyünü neredeyse şehrin merkezine inşa ettiler. Sonuç olarak Barselona bambaşka bir çehreye büründü ve yapılan tüm yatırımlar buradan başlayarak tüm İspanyaya yayıldı.



Spor Okulları açtılar, sponsorlukları ahlaklı ve etkin bir şekilde kullandılar, sporu halkın içine soktular, tesisleri uzaklara, şehir dışına değil şehirlerin tam ortasına inşa ettiler ve spor kültürünü, spora dahil olmayı insanlara bir hizmet olarak götürdüler, sonunda 80 li yılların başından itibaren başlayan, 92 Olimpiytları ile zirve yapan bu çalışmalar, muhteşem jenerasyonlarla meyvelerini 2000 li yılların başından itibaren vermeye başladı.




Bugün Dünya Şampiyonu Basketbol Takımı Oyuncuları; Poul Gasol (1980), Juan Carlos Navarro (1980), Rudy Fernandes (1985), Claver Arocas (1988), Fransa Turu’nu son 5 senede 3 defa kazanan ünlü Bisikletçi Alberto Contodor (1982) Son Yıllara damgalarını vuran ve sürekli olarak Davis Cup’ı kazanan tenisçiler; David Ferrer (1982), Rafael Nadal (1986), Garrigues (1982), Juan Carlos Donat (1980), Formula 1 Şampiyon Pilotu Fernando Alonso (1981), Dünya ve Avrupa Şampiyonu Yüzücüler; Rafael Munoz (1988), Belmonte Garcia (1989), Avrupa ve Dünya Şampiyonu Futbol takımının neredeyse tüm oyuncuları (Burada Barselona modelinin dikkatin çekmek istiyorum, bu model Olimpiyat yapılanmasından farklı olarak Joan Cruyff ile çok daha önce başlamıştır) ve daha ismini sayamadığımız pek çok İspanyol sporcunun ortak özelliği, İspanya’nın yaptığı Spor Devrimi yıllarında doğarak, altyapıdan itibaren bu kültürle büyümüş olmalarıdır.
Bu devrimin çocukları çocukları bugün dünyayı büyülemekte ve Dünya’nın her köşesindeki gençlere, rol model olmaktadırlar.



Not: İkinci Resim Barselona'nın Montjuic tepesinde bulunan Olimpiyat Köyü'nün içerisindeki Olimpiyat Stadı.Dışardan görünüşü, stadın ötesinde bir Katedral veya Sarayı andırıyor.
Üçüncü resim, gene köyün içerisindeki panaromik Barselona manzaralı Olimpik Yüzme Havuzu, Kylie Minogue'nin Slow adlı klibini çektiği havuz.
Son Resim ise Dahi Mimar Gaudi'nin Barselona'daki eserlerinden bir tanesi

15 Şubat 2011 Salı

Karaoglan





Demokrasilerde hep taraf olunması gerektiğine inanmışımdır, doğruların yüksek sesle korkmadan dile getirilmesi taraftarıyım.
Solda doğmuş, cevapları solda arayan ve sosyalizmin demokrat bir akıl ile çare olacağına inanan bir ailenin çocuğuyum.Hayatta tek başına mücadele eden ve doğrularından sapmayan dürüst Sosyal Demokrat liderlere hep hayran olmuşumdur.Olof Palme, Lech Walesa, Tony Blair.
Politik fikirlerinden dolayı değil, hep güçlü olanla mücadele ettikleri ve omurgalarını korudukları için.

Bir Liderin sahip olması gereken tüm niteliklere sahipti.Geri adım atmayan, inatçı, duygulara değil doğrulara önem veren, en yakınındaki dava arkadaşlarını bile doğruları uğruna silebilen ve en önemlisi dürüst.Hep merak etmişimdir, siyasal yaşamında bu kadar sert ve korkusuz olan birisi, insani ilişkileri nasıl bu kadar hoşgörülü, nazik ve mütevazı olabilir.

50 lerin genç yazarı, şairi, gazetecisi, 60 ların milletvekili, 70 lerin Karaoğlan Efsanesi, ‘’Kıbrıs Fatihi’’, 80 lerin 12 Eylül’e karşı dik duran demokratı, 90 lar tek başına sıfırdan yepyeni bir mücadele sonunda yeniden zirve ve 00 lerin yorgun adamı.Şüphesiz o günlerin Türkiye şartlarını düşünerek Ecevit söylemleri ile yola çıkmak bugünün koşullarında hoş bir nostaljiden öteye gidemez, ancak 70 lerde, Türkiye’nin kabuk değiştirmeye başladığı yıllarda, Ecevit hemen her konuda dik bir duruş sergilemiş, kimsenin karşısında eğilip bükülmemiş ve Türk Siyasetine ahlaki bir değer katmıştır.

İşçilerin, Madencilerin ve Sendikaların güçlenmesi, Milliyetçi bir ekonomi, Kadının sosyal hayata ve ekonomiye entegre olması, Kuzey Avrupa modeli Sosyal Devlet, ’’Ortanın Solu’’ söylemi ile başlayan ve Türk Solunun, hiçbir sol fraksiyonun etkisinde kalmadan Anadolu hümanizmi ve değerleri ile harmanlanmış, kendine özgü, bağımsız, milliyetçi bir felsefeyi esas alarak bugünkü çağdaş Sosyal Demokrat kavramı, Türk siyasi hayatına katkılarıdır.
Hayatı boyunca hep tek başına mücadele verdi, en yakınları ile siyasi olarak bir çok defa yol ayrımına gitti ama kimseyi kırmadı, kimsenin arkasından konuşmadı, hiçbir gazeteciye dava açmadı, en zor zamanlarında ‘’Düşünmeme yardımcı oluyor’’ diyerek Erika marka Daktilosunda aradı cevaplarını.

Fotoğraf; 29 Mayıs 1977 İzmir Çiğili Havalanında Bülent Ecevit’e yapılan suikast girişimi sırasında çekilmiş.
Bu resim bu yazıyı yazmama ilham oldu, neden bilmiyorum ama çok şey anlatıyor bana.
Gözlerinde ne bir tereddüt, ne bir geri adım atma belirtisi var, kararlı ve korkusuz, sırf bu resim bile Ecevit’in lider profili için yeterli.

Bu başarısız suikast girişiminden tam 4 gün sonra, Taksim’de yapacağı miting için, dönemin Başbakanı Demirel kendisine bir mektup yazacak ve suikast istihbaratını dile getirerek, mitingi yapmamasını isteyecektir.Ecevit’in cevabı çok açıktır, ‘’Ben ve eşim Taksim’de olacağız, kimseyi gelmesi için zorlayamam’’diyecektir ve 4 Haziran 1977 günü Taksim Türk siyaset tarihinin en büyük mitingine ev sahipliği yapacak, 2 gün sonra yapılan seçimlerde Ecevit’in CHPsi %41 ile birinci parti olacaktır.
Keşke Türkiye’de sol, kurumsal bir felsefeyle bölünmeden tek bir elden idare edilebilseydi, zamanı geldiğinde, İsmet Paşa, Ecevit’e, Ecevit Baykal’a, Baykal İsmail Cem’e, İsmail Cem, Hikmet Çetin’e, Çetin Karayalçın’a bıraksaydı ve bugünlere gelseydik.
Keşke Türkiye Ecevit’i anlayabilseydi, bugün çok daha farklı bir ülke olabilirdik.


Soru
kimbilir
insanda son kalan gozler
gorur mu dunyayi uzaktan

kimbilir
kuculur mu dunya
buyur mu uzaktan

kimbilir
kullenir mi dunya
ozlenir mi uzaktan

Bülent Ecevit

11 Şubat 2011 Cuma

Dünya bir Oyun Sahnesi





Uzun imparatorluklardan kalan çok sesli kültür mirasları, günümüzde dünyanın turistlik çekim alanlarını oluşturuyor. İnsanlar sanattan mutfağa, tarihten modaya ve yaşam tarzına uzanan bu geniş yelpazeleri keşfetmek ve gizemlerini çözmek için, eski imparatorluk topraklarına şartlanmış bir şekilde ilgi duyuyorlar.

Bir kitap, bir film, belgesel bile yeterli olabiliyor, milyonlarca insanın bu topraklara akın etmesine.
Şüphesiz İtalya’nın cazibesinin üzerinde Roma İmparatorluğundan kalan miras kadar, çok uzun süre ayakta kalan Şehir Devletlerinin de büyük etkisi var.

İşte bu kültürü, zenginliği ve gizemi daha siyasal birlik sağlanmadan yani İtalya İtalya olmadan keşfeden büyük usta William Shakespear.
Oyunlarının bir çoğu İtalya’da geçer, (‘’Othello’’ ‘’Venedik Taciri’’ ‘’Romeo ve Juliet’’ ‘’İki Centilmen Soylu’’ ‘’Julius Cesar’’ ‘’Antony ve Cleopatra’’ ‘’Troilus ile Cressida’’ ‘’Bir Yaz Gecesi Rüyası’’)

Hep merak etmişimdir, bu deha İngiltere gibi Aristokrasinin ve İhtişamın merkezinde yaşayıp, saray içi çekişmeleri, aristokratlar arasındaki gizli aşkları, entrikaları, hainlikleri, tutkuyu ve kibiri yazmak varken, neden istediğini Roma’da, Verona’da, Venedik’de aramıştır?? Vardır bir sebebi,

Tabi ki; Othello’dan, Romeo ve Julliet’den replikler dönüyor kafamızın içinde, ama yavaş yavaş….

Önce ufak bir açılış yapalım, Hoş geldin üstad;

" Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun, rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun. İşte bundan korkuyorum çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun. " William Shakespeare

3 Days of Condor





Vietnam Savaşı, Watergate Skandalı ve Soğuk Savaş yıllarında CIA’in görev alanlı ve yöntemleri tartışılırken çekilmiş, Amerikan yönetimine eleştirel bir gözle bakan bir başyapıt.
70 li yıllar Amerika’nın kabuk değiştirdiği yıllardı, Yönetim bir yandan soğuk savaş devam ederken diğer yandan içeride savaş karşıtlığı, derin devlet, skandallar, yüksek askeri harcamalar, siyah beyaz ayrımı ile mücadele veriyordu.Amerika için bugün ‘’özgürlükler ülkesi’’,’’ en ileri demokrasi’’ gibi kavramlar kullanılıyorsa, bu değişim 70 li yıllarda başladı.
Geri adım atmayan bir gençlik, güçlü Sivil Toplum örgütleri ve Cesur bir Medya ile skandallarında üstüne gittiler, savaşta ölen binlerce insanın hesabını da sordular ve Soğuk Savaşı bitirecek olan Başkanı da seçtiler.
İşte bu yüzden bu dönemde çekilmiş muhalif filmler (The deer Hunter, Tree days of Condor, All the President’s Men) halk tarafından sahiplenildi, bu yüzden Robert Redford bugün yaşayan bir efsane.


Bu kadar karizmatik ve yakışıklı bir adam, sabun köpüğü, suya sabuna dokunmayan filmlerde oynayarak ‘’yakışıklı ilah’’ olarak hatırlanmak dururken veya rüzgara uyarak yerine göre Cumhuriyetçi yerine göre Demokrat olarak, milyon dolarlar kazanmak varken, 72 yaşında bile Bush Yönetimini eleştiren ‘’Lions for Lamps’’i çekiyor.
Robert Redford, Nick Nolte, Gene Hackmen, Dustin Hoffman bunlar başka adamlar, oyuncudan, aktörden öte birer fenomenler.Neyse ki bu jenerasyona yetiştik ve neyse ki bugün Sean Penn, Russell Crowe gibi muhalif yetenekler üzerine koyarak devam ediyorlar.

Filme dönecek olursak bence bu film medya okuyan öğrencilere, siyasetçilere tekrar tekrar zorla seyrettirilmeli, özellikle çok sesliliği, demokrasiyi içselleştirmek isteyen bizim gibi ülkelerde.
CIA’in, dünyadaki tüm çıkan yayınlarını kontrol eden ve raporlayan bir departmanda çalışan Turner (Condor) öğle yemeğinden döndüğünde aynı departmanda beraber çalıştığı, 7 arkadaşını ölü olarak bulur, hayatı tehlikededir, fakat olayın üzerine gider.
Kime güvenecektir?? İşin içinde kim vardır?? Tek başınadır ve bir çözüm bulması gerekmektedir.Ne polise, ne yargıya ne de devlete gider, gerçeğe ulaşmak ve kendini koruyabilmek için sadece ve sadece dürüst gazetecilere güvenir, filmin sonunda Higgins (CIA ajanı) ile New York Times’ın önünde yüzleşme sahnesi ve repliği, Yönetmen Sydney Pollack’ın 1975 yılından günümüze ışık tutmasıdır.
Tarafsız ve dürüst medyaya hepimizin bir gün ihtiyacı olacaktır.
Son replikten sonra Robert Redford’un cevap vermeden bir bakışı vardır ki; bugün en az 1-2 milyon dolar eder.

Turner: Do we have plans to invade the Middle East?
Higgins: Are you crazy?
Turner: Am I?
Higgins: Look, Turner…
Turner: Do we have plans?
Higgins: No. Absolutely not. We have games. That's all. We play games. What if? How many men? What would it take? Is there a cheaper way to destabilize a regime? That's what we're paid to do.

Yürümeye devam ederler ve NY Times önünde dururlar....

Turner: Atwood did. Atwood did. And who the hell is Atwood? He's you. He's all you guys. Seven people killed, and you play fucking games!
Higgins: Right. And the other side does, too. That's why we can't let you stay outside.

Turner NY Times’ı gösterir ve...

Turner: They've got all of it.
Higgins: What? What did you do?
Turner: I told them a story. I told 'em a story. You play games; I told 'em a story.
Higgins: Oh, you… you poor, dumb son of a bitch. You've done more damage than you know.
Turner: I hope so.
Higgins: You're about to be a very lonely man. It didn't have to end this way.
Turner: Of course it did.
Higgins: Hey Turner! How do you know they'll print it? You can take a walk… but how far if they don't print it?
Turner: They'll print it.
Higgins: How do you know?

8 Şubat 2011 Salı

The Beatles.Now on itunes





Şu anda dünyadaki tüm Apple mağazalarında, internet sitesinde ‘’The Beatles.Now on İtunes’’ reklamı var.
İlk bakışta itunes üzerinden satış yapmak için bir reklam gibi görünüyor fakat içeriği çok daha faklı..
Beatles demek devrim (revolution) demek, yeni bir hayat tarzı demek, marka kendisiyle Beatles’ı özleştiriyor.

Bembeyaz, sade ve karmaşık olmayan, natural masalar üzerinde ürünlerinin sıralandığı, halkın kısa süreli net cafe olarak kullandığı apple mağazalarında, devamlı olarak Beatles şarkıları çalıyor, büyük afişlerle ekteki resim kafanıza işliyor ve siz mağazadan çıktıktan sonra aklınızda, Beatles soundu, resmi ve apple oluyor. Günlerce resim ve sound kafanızın içinde dönmeye devam ediyor. Muhteşem ve çok basit bir pazarlama tekniği.

Aslında bu yazının anafikri ekteki resim, isterseniz bu resmin kodlarını biraz çözelim.

Yıl muhtemelen 60 ların sonları.Grup üyeleri artık yavaş yavaş bilindik görüntülrini almaya başlıyorlar.
Takım elbiseli, tek tip saç modelli, efendi taşralı İngiliz görüntülerinden çıkıp, her biri ayrı tarzını oluşturmaya başlamış.
Ayrılık rüzgarlarının artık yavaş yavaş esmeye başladığı resimden çok net bir şekilde anlaşılıyor.

Soğuk savaşın ortası, dünya kesin bir çizgi ile ikiye bölünmüş durumda, Sosyalizm gümbür gümbür geliyor, Küba’da Fidel ve Che rüzgarı esiyor.Rusya Macaristan’a girmiş sırada Çekoslavakya var.ABD ‘de bir yandan Vietnam ile uğraşıyor, diğer yandan Kenedy sonrası karizmatik lider arayışında.
Tüm karşı blog ve muhalifler Vietnam’ın arkasında.Kıta Avrupası kaynıyor, İRA İngiltere’yi kana bulamaya hazır, herkes yeni bir dünya istiyor ve özgürlük diyor.

İşte tam bugünlerde tüm dünyada Beatles demek özgürlük demek, isyan demek, tüm dünya ortak payda olarak Beatles’da buluşuyor, sınırları kaldırıyor.70 lerden itibaren özgürlüğün simgesi olacak Rock ruhu gittikçe sertleşen Baetles sounduyla doğmaya başlıyor.
John Lennon o meşhur sözüyle durumu çok net anlatıyor ‘’Beatles şu anda İsa’dan bile daha ünlü’’

Tekrar resime dönelim, kıyafetler üzerinden bu devrim ruhuna bakalım.
Mc Cartney’nin pantolunu, meşhur İspanyol paçadan bugünkü boot cut paçaya dönmüş ve bu bir jean değil pantolon.
Gömlek beyaz ve kolları kıvrılmış, 50 ve 60 larda kıvrılmış gömlek yoktur.O yıllarda yelek genelde takım elbise veya smokin ile giyilirken, Mc Cartney modern bir tarz yaratmış.Paçalar hepsinde kısa, amaç ayakkabının ön plana çıkması.Ayakkabı seçimi müthiş, oluşabilecek maço imajını kırmak için klasik olmayan hatta biraz da feminel diyebileceğimiz hafif topuklu, bağcıklı.

Lennon tüm dünyada entelijansın simgesi olacak gözlüğünü takmış.En büyük mesaj takım elbisesiz kravat takılır.Hatta yaka beyaz puantiyeli gömlekle de takılır.Altında jean ve en önemlisi beyaz ayakkabı.Freddie Mercury’nin Adidas Rom giyip sahneye çıkmasına daha 20 sene var.

Bataristler hep arka plandadır, Ringo Star da aynı kaderi paylaşmıştır, grubun dağılma sürecinde uzlaşmacı tavrı ile grubu ayakta tutmaya çalışmıştır.
Resimdeki duruşu da bence biraz öyle, net anlaşılmıyor ama takım muhtemelen kadife, koyu renk gömlek ve geniş yaka, parmağında yüzük ve muhtemelen ayağındaki ayakkabı bot.Bugün bile bu kıyafette birisi görseniz ilk aklınıza gelecek şey farklılık olacaktır.

Harrison için söylenecek çok şey var, bana hep Gunsn Roses’ın Duff Mckaganını anımsatır.Duff besteleri ve müthiş müzik dehası ile grubun beyniydi.Harrison’da o yeteneklerin ve dehanın fazlası vardı fakat hiçbir zaman Mc Cartney ve Lennon’ın önüne geçemedi ve hep grubun arıza ismi olarak anıldı.Zaten bu kibirde resime yansıyor.Fakat kot cekete, cekette kaleme ve beyaz ayakkabıya dikkat.

Uzattık bağlıyoruz.Dünyadaki hayat tarzını değiştiren devrim, popüler kültür adına ne derseniz diyin, başlangıcı bence ne James Bond, ne Coca Cola, ne Picasso, ne de Marylin Monroe’nun Playboy pozlarıdır.Devrim resimdeki bu Liverpoollu işçi çocuklarıyla başlamıştır.
Şimdi yaslanın arkaya, resime dikkatlice bakın ama çok dikkatli, ipodunuzu takın kulağınıza ve……

Let me take you down,
'cause I'm going to Strawberry Fields.
Nothing is real,
and nothing to get hung about.
Strawberry Fields forever.

Metrobüs, Del Piero ve Sofistik bir yazı







Akdenizli olmanın bedelidir belki de ahlaki zayıflık.
Yaratan, bu gezegenin en güzel topraklarından hiçbir şey esirgememişken,
Bazen güç, bazen toprak, bazen de bir kadın için Yunan Mitolojisinden beri bu topraklar üzerinde kan dinmemiştir.
Uygarlıklar, imparatorluklar ve devletler birbirini izlemiş ve felsefe de, bilim de, medeniyet de, demokrasi de bu topraklardan çıkmıştır.

Bu hızlı yer değiştirme, yıkımlar ve travmalar şüphesiz Akdeniz insanının DNA ‘sında bazı kodlar bırakmıştır.
Bu kodlar bu coğrafyadaki her ülkeye göre değişiklik göstermektedir. Bu başlı başına akademik bir konudur.

İtalyan insanına dönersek; evet bu topraklarda ahlak zafiyeti , omurgasızlık görülebilir, erkekleri sorun olduğu anda toz olur, yolsuzluk, hırsızlık vardır, bir Faşist Lidere bile eyvallah diyebilirler.
Bir çok ileri demokrasilerde olduğu gibi bir İtalyan, Yargı’nın da, ordunun da başındakinin ismini bilmez, tepkisizdir amaaaa bir İtalya’nın hayat tarzına karışamazsınız.
‘’Kardeşim sen bundan sonra Ağustos ayında çalışacaksın, Eylül ayında tatile gideceksin’’,
‘’Ufak motosikletler çok gürültü ve ses kirliliği yapıyor, arabalar çok fazla, şehri ortadan böldüm kapattım metro yaptım’’,
‘’Bu Taş Binayı kamulaştırdım, Otel, Alışveriş Merkezi yapacağım’’
‘’İstediğim ürüne, istediğim vergiyi bindireceğim’’
‘’%90 ın Katolik olduğu, Papa’nın yaşadığı bir ülkede, Ortodokslar da Hıristiyan mı sayılır canım’’ falan D İ Y E M E Z S İ N İ Z.
Masa örtüleri pöti kareli hoş durmuyor tüm cafelerde kaldırılsın, pizza yiyen zencidir, pastayı carbonate soslu yiyen aristokrattır, domatez soslu yiyen okumuş cahildir, fesleğensiz yiyen krodur, Cappucino kahvenin köpüklüsüdür, pazarları aileler evde toplanıyor dışarı çıkmıyor, ekonomi duruyor bu olmaz, Del Piero yaşlandı Juve onu kesin satmalı falan aklınıza gelemez.

İtalya’da kültür sadece dini semboller, ritüeller ve yerel geleneklerden oluşmaz. Gündelik yaşamlarında, koşuşturmalarında bile bu kültürü her hücreleriyle yaşarlar ve özel yaşamlarında, iş hayatlarında göstermedikleri dik duruşu bu kültürü korumak için gösterirler.Bu da şüphesiz bir milletin ortak paydası ve ruhunu oluşturur.

Pete Postlethwait





Sinema hayattır, hatta ta kendisidir. En duygusuz, kibirli, yaşayamamış insan bile kendisinden bir parça bulur sinemada.
Bir replikte, bir bakışta veya saniyenin 1/10 nunda; ya kaçan bir hayatı, unutulamayan sevgiliyi, hesap kesilemeyen babayı görürsünüz,
boğaz düğümlenir, etrafa bakarsınız önce ‘’bir gören olur mu diye’’ sonrası malum…

Bir oyuncu çok şey ifade eder sizin için, tek bir anla hayatınız boyunca yakalar sizi, başa sarabilseydiniz o an için belki hayatınızı verirdiniz, size o anı ölünceye kadar o hatırlatır.
İşte bu yüzden bu endüstrinin karar vericileri, istedikleri dayatmayı yapsalar da, gerçek seyirci kendi yıldızını her zaman seçiyor ve ona hakkını teslim ediyor.
Bu doğal seçicilik karşısında hiçbir yapımcı, yatırımcı veya prodüktör duramıyor, bu da sinemayı oyuncu odaklı bir endüstri yapıyor.
Bu da kuşkusuz sinemanın büyüsü.

Hep değişik yönetmenlerle çalışan ve değişik rollerde oynayan, her rolü oynayabilen oyunculardan etkilenmişimdir, yetenek orada gizlidir bence.

Sektör ona çok cömert değildi, yeteneğini göstereceği rolleri kariyerinin son 10 yılında ucundan oynayabildi, afişte adı ilk hiç yazmadı
ama derin bakışlar, muhteşem bir vücut dili, pürüzsüz diksiyon ile iz bıraktı.

Pete Postletwait geçen hafta kansere yenik düştü;

Jurasic Park, Amistad, Romeo and Juliet, The Last Mohikan, Dark Water, Constant, Crimetime, Town, Inception filmogrfisinden kalanlardan,
Ama kim Usual suspects’in Kobayashisini, In the name of the father’ın fatherı’nı unutabilir…..

Oğlu için İrlanda’dan İngiltere’ye gelirken evden ayrılma sahnesi, sorgu odasında karşı odadaki oğlunu gördüğü an,
son ana kadar hapishanede gösterdiği dirayeti ve ölüm anında oğluna sarılma sahnesi bile bir kariyere bedel.
The Town’da hayatının son günlerinde gösterdiği performans hala seanslarda.

Replik yazmayacağım, bu büyük oyuncuyu tek bir an ile sınırlandırmak ona haksızlıktır.
Ben onu her zaman bu sanata beni aşık eden adamlardan biri olarak hatırlayacağım,
kendisine cömert olmayan bu sanata çok şey katan bir usta olarak ona veda edeceğim.
Saygıyla….

Eataly


Daha öncede blogda yazmıştık, İtalyanların bu kadar basit malzemeler ile dünya mutfaklarında bu kadar söz sahibi olmaları, en tercih edilen mutfak olmaları dehalarıdır diye.
Artık marka yaratmakta sınır tanımayan İtalyanların yeni konsepti EATALY.

Çok basit, nasıl ki sadece patlıcan ve parmezanı karıştırıp parmigiano yapıyorlarsa, mozerella, fesleğen ve cherry domates ile caprese elde ediyor ve bunları 10-12 eurodan tüm dünyada satıyorlarsa İtalyan mutfağının köşe taşlarını  (şarap, peynir, soğuk et, dondurma, pizza, pasta) aynı çatı altında değişik konseptlerle topluyorlar ve sunuyorlar, size de ‘’yetalya’’ veya ‘’italyayı ye’’ diyorlar.

Açıklayalım; İtalya’dan döndüğünüzde aklınızda yeme içme ile ilgili bir çok şey kalır.Balık pazarları, bakeryler, taze pasta, küçük 3-5 masalı, desk üzerinde yemek yenilen restaurantlar, wine hauselar, soğuk et, şarap ve peynir satan bistrolar, outdoor pazarlar, yemek kitapları, dondurmacılar, kahve… ve tabi  İtalyan yemek okulları.

Hepsinin modern bir konsept ve mimari ile aynı yerde toplandığını düşünün.
Bir cumartesi öğleden sonra tek bir yere giderek orada önce ufak bir şarap tadımı gerçekleştirip, ardından peynir ve soğuk et tadıp, İtalyan yemek kitaplarını okuyup, yemek derslerine katılabilir, evinize İtalyan peynirleri, özel sebzeleri, ev yapımı pastaları alıp, sevgilinizle, arkadaşınızla bir şeyler yiyip en az 3-4 saatinizi rahatlıkla geçirebilirsiniz. Ve en güzeli ne yediyseniz evinize oradan alıp götürebiliyorsunuz.

Nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama modern şehir hayatının tüm imkanlarından yararlanıp, şehrin ortasında bir food market açılıyorlar, siz içeride hiçbir şekilde mall ve parekende kültürü hissetmediğiniz  gibi kendinizi Amalfi’nin Firenze’nin sokaklarında geziniyor gibi algılıyorsunuz.
Bağırarak yüksek sesle konuşan bembeyaz giyinmiş İtalyan aşçılar etrafta dolaşıyorlar, yemek dersi alanlar ortada herkesin gözü önünde ders alıyor, pastalar, lazanyalar, ravioliler gözünüzün önünde klasik eski İtalyan Makinelerinde yapılıyor, Pizzalar büyük odun fırınlarından çıkıp havalarda uçuşuyor, kahve modern kahve makinalarında değil, 400 yıllık geleneğin ürünü olan büyük buharlı makinalarda yapılıyor. İtalyan ruhunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Ürün çalışan korelasyonu müthiş.
Çikolata, şarap, soğuk et  gibi Elit İtalya sembolü olan ürünlerde, sizinle güzel İngilizce veya yaymadan düzgün İtalyanca konuşan bir kuzeyli ilgileniyor, çok fazla içli dışlı olmuyor, eksiksiz bir biçimde siz de negatif hiçbir algı bırakmadan işini yapıyor.
İş Pasta, Pizza, Aşcılar ve yemek yemeğe geldiğinde karşınıza, arap aksanına yakın bir İngilizce veya yayık, gürültülü bir İtalyanca ile  konuşan, erkekse mutlaka uzun saçlı, gömleğin önü açık ve haç kolyesi gözüken,Katolikliğini (kesinlikle sorun değil) sergilemekte hiçbir kusur görmeyen, dokunarak sizinle konuşan bir güneyli karşınıza geliyor.

Konsept biraz İstinye Pazarı’nı andırıyor ama tabi ki bir mall içinde değil,
şehir merkezinde, şehrin dokusunu ve dinamiklerini insanların hissedebileceği yürüyüş mesafesinde düz ayak bir lokasyon seçiliyor.
Torino’da doğan bu zincir, Roma, Milano ve Genova’dan sonra Tokyo ve Newyork’da da açıldı ve yavaş yavaş tüm dünyaya yayılıyor.
Bir gün İstanbul’da Eataly gördüğünüzde, ‘’bak biz bunu daha önce duymuştuk, keşke biz getirseydik ne para kazanırdık’’ diye düşündüğünüzde  bu yazıyı ve yazarını hatırlarsınız.