30 Eylül 2011 Cuma

Eylülde gel...




Aslında bu yazının daha değişik bir versiyonunu temmuz ayında yazmayı düşünmüştüm ama bir türlü fırsatını bulup yazamadım. Bu sabah Eylül'ün son günü erken kalkıp havayı görünce aklıma ilk olarak o geldi. Bugün kollarını açmış, altında huzur bulan insanlara bir baba gibi davranan eski dost ne düşünüyordur eylülün son gününde. Gidenleri özlüyormudur?? Geri dönenleri ayırt edebiliyormudur?? 18 Mart da, 6-7 Eylül de, mübadele de çok uzakta kaldı artık, bugün demokrasi, özgürlük kavramlarını duyunca gülüyormudur?? Adanın ara sokakları ona hala birşey ifade ediyor mudur?? Sakızlı muhallebinin tadı hala aynı mıdır?? Veya hiç biri umrunda değilmidir??

Tekrar altında oturup kitap okumama daha ne kadar var ben de bilmiyorum ama, ne zaman yanında olsam hep aynı şeyi hissediyorum. Sanki bana eğilip ''Geleceksen Eylülde gel'' diyor. Benim ise hayatımdan bir eylül daha geçiyor....

Dali Atomicus


Popüler Kültür İkonları ve vintage ile kafayı bozmuş biri olarak filmi başa sardığımda, kendimi 50 ve 60lı yıllarda buluyorum. Sanayi devrimi tamamlanmış, sınırlar ayrılmış ve insanoğlu 2 dünya savaşı ile çektiği acıları, travmaları bilinçaltına iterek kabuk değiştirmeye, üretmeye ve yepyeni bir yaşam tarzı yaratmaya başlamıştır. Bugün Popüler Kültürün ikonu haline gelmiş bir çok kişi, kurum veya sembol de işte bu yıllarda ortaya çıkmıştır.

Geniş anlamda Popüler Kültür, kitle kültürü içerisinde, ticari amaçların gerçekleşmesiyle ilgili olarak üretilen, popülerleştirilen ve dinamik bir görünüm verilen bir kültürdür. Bugünün rekabetçi serbest piyasa şartlarında, günlük yaşamımızın içinde kullandığımız, gördüğümüz, seyrettiğimiz her şey, popüler kültürün bir parçasıdır. Dünya üzerinde bugünden 50 – 60 yıl önceye gittiğimizde de insanoğlunun günlük kültürel alışkanlıkları vardı fakat muhafazakar ve içe dönük yaşanan hayatlar, iletişim zorluğu, çekilen acılar bu dışavurumu bastırıyordu. İşte tam bu yıllarda ortaya çıkan ve insanlara para kazanma, din, zorunlu sosyal statü gibi kavramların yanında analitik düşünme, yeni boyutları fark etme, özgür birey olmak gibi referanslar ekleyen değişim, bize bugünkü popüler kültürün ilk kahramanlarını vermiştir.

Yukarıdaki resim de tam bu kahramanlardan birisine aittir. Phillipe Halsman; 2. Dünya savaşı sırasında Nazi zulmünden Amerika’ya kaçan Yahudi kökenli bir Rus Fotoğrafçı. Kendi buluşu olan Jumpology tekniği ile insanların zıpladıkları sırada resmini çekiyordu ve manifestosunda; ‘’ Protonlar ile nötronların itme gücü sayesinde her şeyin bir "asılı kalma" durumu vardır. Poz vermek yerine kişiler fotoğraf çekildiği sırada zıplarlar ve havada dengesiz yakalanırlar, işte o an bütün maskeler düşer ve kişiliklerinin özellikleri ortaya çıkar’’ der.

Resimdeki foto ise 1948 yılında NY’daki stüdyosunda çekilmiştir. Fotoğrafta bir başka Popüler Kültür ilahı Salvador Dali henüz tamamlamadığı ünlü tablosu Leda Atomica’nın önünde zıplamıştır. Halsman’nın asistanları kedileri havaya atmış su dökmüş ve sandalyeyi sabit bir şekilde yukarıda tutmuşlardır. Bu pozu yakalamak için ekip 28 deneme yapmıştır. Resimde 3 kademeden oluşan Jumpology tekniği net bir lekilde görüşmektedir. Cisimlerin asılı kalması sıra dışı teknik kuralını, kedileri havaya atarak ıslatmak sıra dışı özellik ekleme özelliğini ve yerçekiminden vazgeçme ise sabit bir özelliği dışarıda bırakmayı göstermekte ve böylece üçleme tamamlanarak teknik uygulamaktadır.

Fotoğrafın tekniği ile alakalı olarak detayda bir çok eleştiri yapılabilir fakat bütün değişkenleri dışarıda bırakın ve resime dikkatli bakın. Yıl 1948 Dünya Savaştan yeni çıkmış ve tarihin en büyük travması yaşanıyor, ilham alınacak veya etkilenilecek tek bir kaynak yok, Guarnica veya Helenizm gibi bir sebep sonuç ilişkisi yok, tek motivasyonları kendi dehaları, 2 adam 65 sene önce bir stüdyoya giriyorlar, saatlerce çalışıyorlar ve bu fotoğraf ortaya çıkıyor. Eminim o günün şartlarında çok büyük eleştiriler almışlardır, bugüne bile fazla olan bu fotoğrafı beğenmiyebilirsiniz ama herkes kabul etmeledir ki, 1948 yılından bakıldığında bu fotoğraf değişimin habercisidir ve hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Arşive bakma, üzülürsün...




Oscar'ın gittikçe politik, duruşu olmayan ve saygınlığını her geçen gün kaybeden bir kurum haline geldiği artık tüm dünyaca kabul edilmiş durumda.

Tören sırasında prodüksiyonlardan, oyuncu performanslarından çok, kim hangi designer'dan giyindi?? Kim kiminle geldi? Ne taktı? gibi magazin malzemeleri konuşulmakta.

Geçen gün imdb de dolaşırken Oscar'ın bence son saygın yılları olan 90 lara bakarken, 1979 yılının Oscar Erkek Oyuncu Adayları gözüme çarptı. Liste aşağıda, bence baktıktan sonra çok fazla konuşmaya, kıyaslamaya gerek yok...

Jack Leman, The China Syndrome
Al Pacino, ...And Justice for all
Roy Scheider, All that Jazz
Peter Sellers, Being there
Dustin Hoffman, Kramer vs Kramer

Juri olmak nasıl birşeydir acaba böyle bir durumda?? Her biri bir usta fenomen olmuş 5 adam içerisinden birisini seçmek. Ödülü o yılların genç yeteneği Dustin Hoffman kazanıyor.

1962 Yılında NY'a gelip Gene hackmanla bir ev tutuyor, garsonluk yapıyor, ucuz tiyatrolarda çalışıyor olmuyor tam vazgeçeceği sırada, ''The Graduate'' filmi için düşünülen Robert Redford olmayınca, Mark Nichols Hoffman'a gidiyor ve 1967 yılında tam vazgeçeceği sırada, 30 yaşında bu dünyanın kapıları ona açılıyor. Kramer vs Kramer ise onu ve bir başka efsane Meryl Streep'i tartışılmaz yapan başyapıt.

6 Eylül 2011 Salı

Helen'in izinde II






Eski bir kuzey Ege geleneğidir, evlenmeden bir gece önce damadın arkadaşları, denize inci atarlar, Truvalı Helen'in incileri, damat dalıp incileri bulmaya çalışır, bulursa Helen ona ve eşine şans getirir. Yunan toplumu değişime, zamana ve hatta AB 'ne ayak direyen bir toplum, merkeziyetçi yapıdan kopamıyorlar, güce karşı zaafları var, askeri diktada olsa, sağ da olsa, sol da olsa hep gücün yanındalar. Toplumu ayrıştıran ve yozlaştıran tüm ögelerin yanında bence ortak paydaları muhafazakar olmaları.Ahlak Felsefesinin doğduğu bu topraklar, Sparta Kralı Menelaos'dan Paris'e kaçan Helen'i Truvalı olarak tanıyorlarsa ve 15.000 yıl sonra bile onu cesur olduğu için efsane yapıyorlarsa ve tanrıça yerine koyuyorlarsa, savaşlarda, travmalarda, krizlerde yıkamaz o toplumu.




Helen'in incilerine dalan damatlarla karşılaşmadım, uzonun bir bölümünü kaybettiklerim için yere döküp sonra içmedim, boş bardağı önce nazar için kırıp sonra dolu olanını da içmedim direk içtim ama resimde, 2. Dünya savaşının ortasında her an Nazi bombardmanını bekliyormuş gibi hissederek veya köşeden her an Yüzbaşı Corelli çıkacakmış gibi beklediğim meydanın ortasında, çınarın altında içtim tüm kaybettiklerimi ve kazandıklarımı düşünerek.

Helen'in izinde I



Aynı deniz, aynı hava, aynı kültür... bu kadar mı fark olur..