9 Mart 2012 Cuma

Kasımpaşa; kaç ışık yılı uzaklıkta...


Bu toprakların, ötekileşmeye, kutuplaşmaya, başkalaşmaya karşı çıkan, zengin-fakir makasını kapatmayı başaran, herkesi tek bir noktada buluşturabilen, sosyal adalete inanan, bunu hiçbir çıkara, gruba veya zümreye bağlı kalmadan yapmaya çalışan tüm okur yazarlarına, aydınlarına, düşünürlerine selam olsun..

Üstad bunu tek bir sözüyle başarırdı;

Turist Ömer: güle güle mistır spak sivri kulak.biraz da bu tarafa bak kabakulak.elimi veriyim de fala bak

Mr.Spak: Efendim?

Turist Ömer: zıtttt yazzaneye uğra...

8 Mart 2012 Perşembe

Ekinoks....




Mevsim geçişleri,
uzun oğlak geceleri,
dönmeyen ufuk çizgisi,
kaybolan silüetler,
zamansız ay tutulmaları,
hesaplanamayan gel-git süreleri,
acıtan saat farkı,
bitmeyen migren ağrıları,
eksik sözcükler,
yüzleşilemeyen gerçeklerle yaşamak,
hiç dönmeyeceğini bilmek,
ölümü kabul etmek,
babanı özlemek,
dağlanmayan yaralar,
gece gündüz anlam farkı,
simetrik acılar,
kesilmiş resimler,


tümevaramayan tüm tutkular ve içindeki o.....

7 Mart 2012 Çarşamba

Bu Karanfili Nazım gönderdi...




Geride kırmızı karanfiller bırakarak ayrıldılar , Nazım Hikmet'in mezarından. Şairin ölüm yıldönümü olan 3 Haziran'da, mezarı başındaki anma etkinliğine katılanlar Novadeviç Mezarlığı'nın kapısına doğru yürürlerken, ben, girişteki tabelanın yerini tespit ettiğim kozmonotları bulmak üzere iç kısımlara doğru ilerlemeye başladım!..

Onlar ki burada, Nazım Hikmet'le aynı mezarlıkta yatmaktadırlar. Koca şair, hayatının son yıllarında yazdığı şiirlerinde onlara mutlaka yer vermiştir. Nazım, Rusya ve Amerika arasındaki uzay yarışını yakından takip ediyordu; bu nedenle, şiirlerinde bir yıldız gibi kayarak düşen imgelere rastlarız, uzay yolculuğuyla ilgili haberlere dair. İşte onlardan biri , 1960 yılının şubat ayında yazılmış "Sabah Karanlığı" adlı şiirden birkaç dize:

Sonra bu sabah saat altıda
üçüncü suputnik
dönerken yeryüzünün 8879 kere
açılır yastıkta kocaman gözleri gülümün.

Mezarı başında durduğum ilk kozmonot Sergey Nikolayeviç Anohin oldu… 11 Ağustos 1962'de Vostok 3'ü kumanda eden Nikolayeviç , bir gün sonra uzaya fırlatılan Pavel Popoviç yönetimindeki Vostok 4 ile birbirlerine beş kilometre kadar yaklaşarak , uzayda ilk kez birden fazla insanın aynı anda bulunması gibi tarihi bir çokluğa imza atmışlardır. Nazım aynı yıl yazdığı "Severmişim Meğer" şiirinde şu soruları soracaktır:

Kosmos adamlarına sorularım var
çok daha iri iri mi gördüler yıldızları
kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler
tutuncuda kayısılar mı
kibirleniyor mu insanlar yıldızlara biraz daha
yaklaşınca
renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun Ogonyok
dergisinde

Bir gazetede çıkan haber ya da dergide gördüğü fotoğraflar…Nazım Hikmet'in şiirlerinde uzay konulu tüm dizeleri bulup çıkaran ben, şimdi de, şairin yattığı mezarda ona komşu olan kozmonotları arıyorum…Başında uzay kaskı olan bir heykel görüyorum birden ve hızlı adımlarla ona doğru yürüyorum…Gherman Stepanovich Tıtov'un mezarı bu! Demek , o da Nazım Hikmet ile aynı mezarlığa gömülü… Onun adını ilk kez duyuyor olabilirsiniz ama, Yuri Gagarin hastalansaydı ya da uçuşuna engel bir durum tespit edilseydi tüm dünya
Stepanovich Titov'un adını ezberleyecekti! Çünkü Titov, uzaya gönderilecek ilk insanlar arasında yapılan seçmelerde 19 kozmonot arasında ilk ikiye girmeyi başarmış ve Gagarin'in yedeği olarak onunla aynı eğitimi almıştır. 12 nisan 1961 günü yapılan ünlü uçuşta, Gagarin uzay gemisine binene kadar Titov ona eşlik etmiştir. Bir terslik anında uzaya çıkan ilk insan Titov olacaktı ama o, Gagarin'e başarılar dileyerek dünyada kalacaktır.

Çok değil , Gagarin'den üç ay sonra Titov, 6 Ağustos günü fırlatılan Vostok 2 ile uzaya çıkacaktır. Bu uçuşta Titov'un görevi, Sputnik 5 ile gönderilen Belka ve Strelka adlı köpeklerin uçuşunu tekrarlayarak dünyanın çevresinde on yedi tur yapmaktır. Ne var ki, bu yolculukta Titov rahatsızlanacak ve kozmonotlar ile astronotlarda çokca görülecek olan bir hastalığın ilk belirtilerini verecektir. Bu hastalık , iç kulağın dengesini kaybetmesinden doğan uzay tutmasıdır.

Titov'un uzaya çıktığı günlerde Nazım Hikmet , hayatının en ucuz uçak yolculuğuna hazırlanmaktadır. Şairin yaşadıklarını "Havana Röportajı" şiirinde okuruz. Şiir uçakla başlar:

Pırağ –havana uçağı Küba bale takımını bekliyor
sosyalist şehirlerde dans ettiler altı ay
sıcak denizlerdeki adalardan çığlıklarla kalkan renkli
kuşlardır
alışamadım bir türlü
çak yerden kesilirken kazaların çeşidi gelir aklıma
hele kemeri bağlarken

Novadeviç Mezarlığı'nda kozmonotları ararken büyüleyici, çarpıcı, insan yanına çağıran mezarlarla karşılaşıyorum. Mezar taşları ve heykeller o kadar etkileyici ki , mezarların arasındaki yollar bir müzenin koridorlarını andırıyor. Bir mezarın üstünde, yerden çıkan iki elin avuçları arasında duran kırmızı çamı görünce, oraya doğru yürüdüm. Aleksandr Nikolayeviç'in mezarıdır bu; Bakeluv Hastanesi'nde cerrahlık yapan Aleksandr Nikolayeviç !

Nazım Hikmet kozmonot Nikolayeviç 'in ve Titov'un başarılarından haberdardı…ama, şairin ölümünden sonra da Novadeviç Mezarlığı'na gömülen kozmonotlar var. Pavel İvanoviç Belyavey onlardan biridir. 18 Mart 1965 tarihinde Voskhod 2 uzay aracını yöneten Belyavey'in yanında Aleksey Leonov da vardır. Leonov, uzayda yürüyen ilk insan olacaktır.

Timofeyevich Beregovoy , 26 ekim 1968'de , Soyuz 3 aracını, kendisini uzayda insansız beklemekte olan Soyuz 2'ye bir metre kadar yaklaşmış olsa da kenetlenme gerçekleşemez. Kozmonot, hayatı boyunca bu başarısızlıktan sorumlu tutulacak ve bunun acısını gömüleceği Novadeviç Mezarlığı'na kadar yüreğinde taşıyacaktır.

Kırmızı karanfiller bıraktım , 3 Haziran 2009 sabahı, Moskova'daki Novadeviç Mezarlığı'ndaki kozmonotların mezarlarına…Alın, dedim; bu karanfilleri size Nazım Hikmet gönderdi…O, hayatı boyunca başını gökyüzüne her bakışında sizleri düşündü, yüreği sizlerle attı…O da, siz de "yarin yanağından gayri her yerde, her şeyde hep beraber" diyenlerdensiniz…Bu kadar çiçeği ne yapsın şair? Herkez mezarı başından gidince, "Sunay bu karanfilleri yıldızları bir demet yapıp insanlara sunan kozmonotlara götürü," dedi…

Dağıttım Nazım'ın mezarındaki karanfilleri teker teker, kozmonotlara, doktorlara, tiyatroculara, mühendislere, yazarlara, müzisyenlere…

Nazım , hayatının en mutlu 3 Haziran 'ını yaşadı!



Sunay Akın, Ay Hırsızı

6 Mart 2012 Salı

Unutulmaz Oyunlar I ; Şahları da Vururlar




Geçen gün internette gezinirken bir tiyatro dergisinin içinde ''Şahları da vururlar'' oyununun afişine rastladım. Malum bir daha seyretme şansı olmadığı için repliklerden başlayarak neredeyse tüm oyunu okudum. Oyunun içeriği veya etkileriyle ilgili tabi ki yazacak çok şey var ama yazının konusunun tamamen dışında. Aşağıda oyunun tam kadrosu var. Müzikler Fuat Güner, ''Yalnızlık Ömürboyu'' ve ''Ele güne karşı'' bu oyun için yazılmış çok beğenilince üzerine söz yazılmıştır. Yönetmen Ferhan Şensoy.

Oyuncu kadrosu da aşağıda, yorumsuz....

Oyuncu kadrosu;

Ferhan Şensoy
Ayla Aslancan
Zeynep Tedü
Halit Akçatepe
Ulvi Alacakapan
Tarık Pabuçcuoğlu
Ajlan Aktuğ
Fethi Çeviker
Sevil Çeviker
Zafer Diper
Ekrem Erkek
Yusuf Özel
Fuat Güner
Özkan Uğur
Nejat Yavaşoğulları
Derya Yener
Adnan Şensoy
Baykal Kent
Hikmet Karagöz
Erbil Çeviker
Rasim Öztekin
Deniz Özen

İçimdeki Yorgun Kalabalık




Bilmemiz gereken hiçbir şeyi bilmiyorduk. Kültür o kadar karmaşıktı ki, yüzeydeki dalgalanmalardan daha fazlasını anlamak mümkün değildi.

Ölçülüp tartılmış argümanlarla dolu bu dünyada, kültür, ayrıntılarla boğulup kayboluyor ve profesyonel entellektüeller yorumladıkları metinleri teleffuz etmeyi dahi beceremiyordu.

Her insanın düşlerinin gerisinde yaşadığı dönemin kargaşaları gizlidir; sıradan bir kişisel kaygı boyutuna indirgenmiş olsa bile. İçimiz bölünmeler, yabancılaşmalar, savaşlar ve boş sözlerle dolu. Bize, insan vicdanının zaten hep huzursuz olduğu bir çağda yaşadığımızı söyleyenler çıkabilir: Ama bu, hayatımız için endişe etmekten, yolumuzu gözleyen sakatlanmaları düşünüp acı çekmekten alıkoyamaz bizi. Ateşler içinde yanan bir kedi gibi, deniz tutmuş bir keçi gibi, şaşkın bir mutsuzluk içindeyiz. Acımız nereden, yaşamımızın hangi kısmından kaynaklanıyor, bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şu: İnsanlar, insana yaraşır şekilde yaşamıyor.

Her şey bizi insanlardan uzaklaştırıyor: Vazife, aile, vatan, saygınlık, para. Tüm bu düşmanlarla başedecek gücümüz yok. Bugün bunların, saf olduğumuz için ciddiye aldığımız birer hayalet, onbinlerce defa çarpılmış yansımalar olduğunu biliyorum: Ama öğrenmem epey vaktimi aldı.

"Paul Nizan"

Bir bilgenin dediği gibi "Bir şehrin gerçek nüfusu sıfırdır, ölüler de dahil edildiğinde"...


03.03.2012 tarihinde http://happybluemondays.blogspot.com/ de yayınlanmışdır ve oradan alıntıdır.

22 Şubat 2012 Çarşamba

''Ağlamakla inlemekle geçiyor ömrüm''




Konu sinema olduğu zaman tümevarımcıyım, benim için bir sinema filminin başyapıt olması için en önemli referans sarkmayan senaryo, iz bırakan, soluksuz izlenen sahne ve replikler. Oyuncu seçimi, görüntü yönetmeni, yönetmen, teknik daha sonra geliyor. O yüzden belkide Nuri Bilge Ceyhan'a karşı büyük bir saygım var, Cohenlerin karakterlerinden, muhteşem senaryolarından çok anlık sahnelerinden etkileniyorum, Kubrick hiç eskimiyor, Aronofsky ve Hitckok'un bir sahneyi gerektiği zaman 1 haftada çekmesi beni heyecanlandırıyor.

Yani bu pencereden baktığım zaman benim için Türk Sinema tarihinin rakipsiz başyapıtıdır Muhsin bey....

Hayattan devamlı gol yemiş, umutları tükenmiş Muhsin Kanadıkırık ve Urfa'dan türkücü olmak için İstanbul'a gelen Ali Nazik'in hikayesi. Filmin eleştirisi veya yorumlarıyla ilgili olarak, tüm bloglarda, sinema dergilerinde, sinema programlarının nostalji bölümlerinde hep aynı cümleler yazar veya söylenir; Köyden kente göç ile yozlaşan kültür, arabesk kültürünün doğuşu, dostlukların, tutkuların yerini alan çıkar dünyası....

Benim için Muhsin bey demek bir dönemin kapanması demektir. İlişkileriyle, Müziğiyle, şehir hayatıyla, yıkılan Beyoğlu ile, göçen levantenlerle, bir dönem tamamen kapanmaktadır. Baskın olmaya başlayan varoş kültürü, arabesk, çıkar ve menfaat dünyası filmde bu değişime bağlı paradikmalardır.
Cumhuriyet dönemi ve öncesinden itibaren bu şehire tanıklık etmiş tarihi beyoğlu tamamen yıkılırken, değişime direnemeyen, naif, hüzünlü bir İstanbul beyfendisidir Muhsin Kanadıkırık.

Filmin sonunda, hapisten çıktıktan sonra, kira ödeyememesine karşı evini olduğu gibi tutan ev sahibesine ''Eşyalarımı satın madam, size olan borcumu öder, çicekleri de.... atın gitsin'' demesi, bu düzene karşı mağlubiyetini kabul etmesidir. Son sahnede ise taş plaktan çalınan ve Muhsin bey'in yatakta uyurken rüyasında gördüğü ''ağlamakla inlemekle geçiyor ömrüm'' ise başka bir semtte, başka bir evde yeni bir dünya kuran, bbu değişime yenilen adamın içeriden hiçbir zaman teslim olmayacağının işaretidir.
Yavuz Turgul'un her filminde kullandığı bir senaryo takıntısıdır, topluma uyum sorunu yaşayan, mağdur karakterin, finaldeki tepkisi (Aşk filmlerinin unutulmaz Yönetmeni, Eşkiya, Züğürt Ağa, Gönül Yarası)

Muhsin bey gösterime girdiğinde 11 yaşındaydım, herhalde 30 defa seyretmişimdir, her sahnesinin ayrı bir etkisi vardır üzerimde, bugün bile seyrettiğim zaman yeni replikler, mimikler yakalıyorum. Huzurevi sahnesi, Polise teslim olması, Otobüsü durdurup Ali Nazigi indirmesi sarılmaları, diş ağrısı sahnesi, kahvedeki kayıt, hapishanede kasedi dinlemesi... hepsi başlı başına bir filmi götürecek sahneler....

Biz gene Muhsin bey ile bitirelim;

"Çiçekler ölmüş..Hepsi. Eskiden bir yer ayarlardın, güneşi iyiyse yerini de sevdiyse ne biçim açardı. Şimdi güneş aynı, ışık aynı, yer aynı...Suni gübre istiyorlar, 1-2 gram potas koyunca bir coşuyor namussuzlar ama sonra. Ölüyorlar..."

Yaşam ve Yazgı




Yirminci yüzyılın Savaş ve Barış'ı olarak kabul edilen son Rus klasiği Vasili Grossman'ın Yaşam ve Yazgı kitabı Ayşe Hacıhasanoğlu'nun bir buçuk yıl süren özenli çevirisiyle Can yayınlarından çıktı.

Özel kutusunda 3 cilt 1200 sayfa olan Yaşam ve Yazgı, Stalin Rusya'sını ve o dönemde her şeye rağmen direnen insanların hayatları üzerine bir başyapıt. Yazıldığı dönemde Sovyet yetkililerince üç yüz yıllık mahkumiyet cezasına çarptırılan, yazıldıktan ancak otuz sene sonra yayımlanarak, zamanla milyonlarca okurla buluşan bir kitap Yaşam ve Yazgı.

Heinrich Böll'ün tabiriyle "Bu roman sadece kitap diye adlandırılamayacak çok büyük bir yapıttır. Roman içinde birkaç romandır aslında; biri geçmişte, diğeri gelecekte iki tarihi olan bir yapıttır." Tarihçi ve yazar Antony Beevor ise, Yaşam ve Yazgı'yı II. Dünya Savaşı'nı anlatana en iyi roman olarak gösteriyor.

Özünde insan hayatının temel meselesi "Yaşam Özgürlüktür" cümlesidir. Ve bu kitap tamamen bu meseleye odaklanıyor.